Buradasınız: Ana Sayfa / Sohbetler / Allah'ı Niçin Anıyoruz / Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 23

Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 23

 

Fütühat-ı Mekkiye'de Muhiddîni Arabî Hazretleri buyurmuş ki: 'Muhakkikin (gerçekçiler) ittifak ettiler ki, kâmilin şartı, şeriatın zahirinden asla ayrılmamaktır. Mümkün oldukça da ulemanın ihtilafından kaçınıp, ittifak ettikleri ile amel eylemektir.'

 

Yine Fütühat'ta buyurmuş ki: Her kim sapıtmak istemiyorsa, göz açıp yumuncaya kadar bile olsa, şeriat terazisini elden bırakmasın. Her söz, fiil ve itikadında gece ve gündüz şeriatı yanından ayırmasın.

 

Abid, zihninde; 'Allahu Teâlâ bana bakıyor ve önündeyim.' diye düşündüğü ve bu huzurda olduğu müddetçe ona insan, cin ve şeytan musallat olamaz.

 

Seyyidlere ve Ehl-i Beyt'e muhabbetim vardır. Sık sık ziyaretlerine giderim

 

اُنْشِدُکُمْ فى اَهْلِ بَيْتى

 

hadis-i şerifini üç kere Resûlullah (s.a.v.) söylemiştir.

 

Muhiddin-i Arabî Hazretleri diyor ki: 'Ehl-i Beyt'in günahları sureti günahtır, hakikatte günahları yoktur. Çünkü Allahu Teâlâ inayeti sabıkası ile onların günahlarını mağfiret etmiştir.

 

(Ahzâb: 33)

 

إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا

 

Amellerden hiçbir amelde Allahu Teâlâ'nın hakkını yahut mahlûkatından birisinin olsun hakkını, hakkı ile ifa etmediğim kanaatindeyim. Kulun keşfi açılsa görecek ki dünya tamamıyla Allah hakları ve kul hakları ile doludur. Kendisi bütün bu hakları yerine getirmekle mükelleftir. O zaman kalbini korku kaplar ve dünyada ikametten kaçardı. Bazı hakları bile edadan aciz olan insanlar, nerede kaldı ki tamamı ile ifa edebilsin.

 

Seyyidim Ali Havvâs rahimehullah derdi ki: Bu dünya evinde insanların hükmü şu insanlara benzer ki bunlar; yaz ve kış bir harabede otururlar ve o harabede her türlü eza vericiler var; yırtıcı hayvanlar, timsahlar, yılan ve akrepler, kuduz köpekler gibi. Bu insanlar bu muziyatla gece ve gündüz mücahede ile emrolunmuşlar. Bu mücahadeyi terk etseler, Allahu Teâlâ'ya asi olurlar ve bu vahşilerin korkusundan huzur ve rahatla yemek yiyemez, içemez ve uyuyamazlar. Şimdi bu haldeki insanları Cenâb-ı Hakk resullerinden birisinin dili ile davet ediyor ve diyor ki: 'Bu harabeden çıkıp Rabbinizin huzuruna geliniz, orada koyu gölgeler, tükenmeyen ve yasaklanmayan çeşitli meyveler, yüksek döşekler var, bunlardan da üstün olarak Rabbinizin vedi-i cemâlini göreceksiniz. Burada eza veren haşarattan kurtulup rahat edeceksiniz. Bu harabede Rabbinize isyandan da kurtulacaksınız.' diye davet eder, bu davete o insanlardan ancak pek azı icabet eder. Rab'lerinin huzurunu terk ederler. 'Şimdi bu misâlde davete icabet etmeyenlerde akıl var mı?' deyince, ben de: 'Hayır akılları yok.' dedim. O zaman buyurdu ki: 'İşte o harabede kalanlar, dünyada kalmayı seven dünya oğullarının halidir.' buyurdu.

 

Efdalüddin (r.a.) demiş ki: 'Dünyadan tamamı ile tecerrüd eden (soyulan) kimse ile dünya işlerinde müşavere etmeyiniz, çünkü onlar dünya işini bilmezler. Dünya muhabbetine düşkün olanlarla da istişare etmeyiniz. Çünkü dünya kalbini kaplamış ve karatmıştır. Kalbi kararmışın reyi fasit olur. Binaenaleyh dünya ve âhiret marifetini cem etmiş kümmellerle müşavere ediniz ve onların reyi ile amel ediniz, muhalefet etmeyiniz, cimri ve kendini beğenmişle de müşavere etmeyiniz, kadınla da müşavere etmeyiniz zira kadında isabetli bir rey olamaz. Çünkü onların yaradılışında şehvet gömülmüştür. Doğru rey ancak kalbini Allah'ın zikri ile ve salih amellerle, muhabbetle imar edenlerde bulunur.

 

Birisi bana bir sual sorarsa kalbine bakarım, kalbini gafil bulur ve söyleyeceğim bilgi ile amel etmeyeceğini anlarsam cevap vermem de onu kalp aynasını cilalamaya çalışmaya teşvik ederim. Çünkü bilsin ki ilim öğrenmek ve ilim taşımaktan gaye onunla ameldir.

 

İhvanıma dünya ve âhirette faydalı olan şeylere çok harisim ve her cemaat namazında bilhassa ikindi namazlarında ve her zikir meclislerinde hazır olurum ki bunlara gelmeyip de gayıp olanları anlayayım da onlara çıkışayım için. İbrâhim Medbuli Hazretleri de ashabını sabah ve ikindi namazlarına devama teşvik ederdi. Çünkü maddi rızıklar sabah namazım ve manevî rızıklar ikindiyi müteakip tevzi olunur. Resûlullah (s.a.v.) de (Tevbe: 128)

 

حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

 

mucibince mü'minlere çok haris idi.

 

Allah'ı zikreden dervişlerime hayrın kemâl ile husul bulmasına ve yine ilimle iştigal edenlerin istenen edepleri öğrenmelerine çok harisim, yani düşkünüm. Zikrin edeplerine gelince: Bir kere ihvanları ile zikretmeli, sonra diğerleri zikredip bunlar dinlemeli ve çok yüksek sesle yapmamalı. Yine zikirden Allahu Teâlâ'nın huzurunda ve onunla oturmayı kastetmelidir. Yoksa şeyh olayım, başa geçeyim gibi Allah'ın huzurundan kovulmayı gerektiren bir düşüncede olmamalıdır. Zakir böyle düşüncelerden kaçınmalıdır ve zikir akabinde su da içmemelidir. Çünkü bu kalbi zayıflatır ve cesedi öldürür. Halis zikrin vasfı: Kulun kalbinde bir tatlılık ve nefsinde bir ziyadelik, bedeninde kuvvet ve cesedinde hararet bulmasıdır. Edep, zikirle elde ettiği bu nimetleri su ile söndürmemektir. İlim erbabı da edebe riayet etmelidir. Çünkü her seri ilim, sahibini Allahu Teâlâ ile ve halkı ile edebe davet eder. Binaenaleyh ilim talibi nefsini imtihan etsin, eğer ilmi arttıkça edebi ve takvası, dünyada zühdü artıyorsa, o zaman bilsin ki ilimle meşguliyeti şeriat kaidelerine uygundur. O halde ilimle uğraşmayı artırsın. Fakat ilmi arttıkça dünyaya muhabbeti, dünya mansıplarına arzusu, yemek içmek ve nikâh muhabbeti ve giyinmek sevgisi artıyorsa ilimle uğraşmayı kısaltsın. İstiğfarı çoğaltsın. Ta ki niyeti düzelinceye kadar.'

 

Ehlullahın ameli iman feraseti üzerinedir. Bununla yeryüzünde gördükleri izden bu izin sahibinin şaki veya sait, biraz şaşı gibi şekli şemailinin nasıl olduğunu görmüş gibi söylerler ve bunda hata etmezler.

 

Gece ve gündüzde çok uyumaktan beni Allahu Teâlâ himaye etmekle nimetlendirdi. Ali Havvâs Hazreteri buyurdu ki: 'Uykunun yasaklandığı zamanlarda uyumaktan sakınınız. İnsan sabah namazından sonra güneş doğuncaya ve ikindi namazından sonrada güneş batıncaya kadar uyumaktan sakınmalı. Her kim bu zamanlarda uyursa, nefsini helâke ve mizacının bozulmasına razı olmuş olur.'

Yine buyurdu ki: 'Çok uyumaktan sakının çünkü çok uyku gaflet ve unutkanlık, tabii ve nefsanî mizacın bozulmasına yol açar. Balgam ve sevdayı artırır, mideyi zayıflatır, ağzı kokutur, yarayı kurtlandırır, gözü zayıflatır, erkekliği azaltır, cima arzusu kalmaz, meniyi bozar ve doğacak çocukta hastalıklar peyda eder. Bunlar çok uykunun zararlarıdır. Fakat yasak olan sabah ve ikindiden sonraki uykuların akıl, nefis ve insanî ve ruhanî sıfatlarda tahribatını saymak mümkün değildir. Bunlardan en az bir zararı halini zayıflatır. Öldükten sonra kıyamette tekrar dirilmeye iman etmez olur...

Fakat, 'Gündüz uykusu ile gece teheccüdüne kuvvet alınız.' Hadis-i şerifi gereğince kaylule denen; yasak zamanlar dışındaki uyku zarar vermez. Ey kardeş: Uyku ölümün kardeşidir, ölmekle ve uyumakla amel kesilir, o halde uykuyu azaltmaya çalış.'

 

ibrahim bin Ethem (r.a.) demiş ki: 'Bu kardeşimi masiyet üzerine görürüm de onu nehy etmeye yani yasaklamaya nefsimi hakir görür men edemem lakin sükût etmekle beraber, kalbimle: 'Allah'ım şu arkadaşa masiyet sözünü söylemekten dilini ahraz (Dilsiz et), onun yerine zikrini ilham et ve sana yaklaştıracak şeyleri ilham eyle' derim. Çok kere Hak Teâlâ duamı kabul buyurur, o arkadaş sükût eder, insanları hayır ile zikreyler.'

 

Şarani Hazretleri diyor ki: 'Talebelerin Muhammed (s.a.v.) ismini abdestsiz ve huzur-u kalpsiz zikretmelerine karşı kıskanç davranır, abdestli ve huzurlu söylemelerini isterim." Abdullah ibn-i Mesud ve İmam-ı Malik bin Enes ve diğer zevat Peygamberimiz (s.a.v.)'in ismini zikrettiklerinde heybetlerinden tüyleri ürperirdi ve haşyetten gözyaşları akardı. Bu sebeple tefsir ve hadis okuyan talebelere edebe riayet ederek yüksek sesle okumamalarını tavsiye ederim.'

 

Ariflerin nail oldukları ince esrar ile peygamberlerin getirdikleri ahkâmı daima mutabık getiririm ki bu da büyük nimettir. Efdalüddin Hazretleri dedi ki: 'Şeriat âlimlerinin yollarının hepsine mutabık amel etmeyeni çok hayır terk etmiştir. Peygamber yolunu bırakıp da riyazatla amel edenlerin hayalleri çok olur, akideleri bozulur, kendilerine güzel ve korkunç suretler görünür ki, bunlar himmetlerinin cemiyetinden neşet eder. Bazen bunlara hayali suretler zahir olur, onlara eşyanın te'vilinden haber verirler ki onlar bunun üzerindedir. Bazen da bunlara nur ve zulmet zuhur eder yahut güzel-çirkin suretlerde köpekler, yılanlar, diğer hayvanat zuhur eder ki, bunlar insanın tabiatında gizlidir. Çünkü insanın cesedi ulvi ve süfli âlemde olanları toplamıştır. Buradan bu halvet ehline galat girer aldanırlar. O kadar ki bazısı zındıklaşır, bazısı aldanır da Allah'ın ehl-i keşfe bildirdiklerini hep biliyormuş zanneder. Hâlbuki bunların ulum-u şeriatta ilerlemiş şeyhleri olsa bunları yola getirir.'

 

Nitekim İbrâhim Medbuli Hazretleri, talebelerinden birisinin başka şeyhin tesiri ile halvete girdiğini haber alınca haber gönderip hemen çıkarttı. Huzuruna gelince: "Ey şaşkın sen bu girdiğin halvette 100 sene beklesen insanlara Buhari veya Müslim'in kitaplarındaki hadis-i şeriflerden birisinin benzerini getirebilir misin?" Ve İlaveten dedi ki: "Senin benzerin şu kimse gibi ki, gündüzün ışığı ile iktifa etmeyerek iki odunu birbirine sürerek ateş yakıp ışık çıkarmak isteyene benzer."

 

Ali Havvas Hazretleri de dedi ki: Ehl-i halvetin halvette istedikleri şeylerin hepsi şeriat-ı mutahharayı bilmediklerindendir. Çünkü dinimizin emrettiği taatlerde namaz ve diğerleri halvetten müstağni kılacak hassaları haizdirler. Çünkü muhakkak ki taatler. Hak Teâlâ'ya has olan huzura sokarlar, bu huzura taatle uğraşmayanlardan hiçbiri giremez. Binaenaleyh insan keşfi açılsa görecek ki namaz ve sair ibadetlerde bu kimseyi halvete muhtaç etmeyecek hassalar vardır. Çünkü bu ibadetler Hakk Teâlâ'nın huzuruna sokan hususi ibadetlerdir. Binaenaleyh daima halvet isteyen şeriatin gösterdiği taatlerle meşgul olsun. Bu taatler kavli yani sözle veya fiilî taatlerle olabilir. Bunu bil, bu büyük bir sırdır, zannedersem şimdiye kadar işitmedin.

 

İmanımın temizliğine çalışırım. Bu da tövbe ve yemeğimi ıslahla olur. Böyle yapan imanını noksandan temizler. Tövbe; bir gün ve gecede yeni işlenen günahların hükmünü kaldırır, nasıl ki kelime-i şahadet bu ümmetteki şirk-i hafiyi yok ettiği gibi. O halde her Müslüman edeben gece ve gündüz istiğfarı çok yapmak vaciptir. İster günah işlediğini hatırlasın isterse hatırlamasın. Tövbeden murat kulun ekser ahvalinde kalbi ile Allah'ına rücu etmesidir ki, Rabbinden ve nefsinden gafil olmasın. Böyle olunca Allah'ı, çok zikredenlerden yazılır. Tövbe vakitlerinin en büyüğü gündüzün ve gecenin sonlarıdır. Taamın ıslahı da en büyük bir sebeptir. Helâl kazanç ve helâl yemek hakkında çok hadis-i şerifler var.

Velâyet-i hâssa vehbidir, yani hususi velilik Allah'ın bağışlaması iledir. Buna karşılık velâyet-i âmme kisbîdir. Yani umumi velilik kulun çalışmacı ve gayreti ile olur.

 

İbrâhim Medbulî Hazretleri müridine buyurmuş ki: 'Evlâdım şunu bil ki tarikte bir şey kazanamazsın; ancak esas temelini şöyle kuracaksın ki: Ferahlanman Rabbinle olacak, mahzun oluşun da Rabbinden perdelenince olacak. Böyle olursan yani ancak Rabbinle ferahlanır ve Rabbinden hicaplanınca mahzun olursan, başka bir şeyden ferah ve hüzün beklemezsen o zaman makâmatta terakki edersin. Fakat başkalarından ferahlanır ve yine başkalarını gayb edince hüzünlenirsen tarikin uzar da uzar.'

 

Dersime melaike ve cinniler çok gelirler. Onun için dersimi hazır olan insanların anlayacaklarına hasır ve takyid etmeyerek yani dersimde bulunan insanların anlayış kabiliyetlerine uydurmayarak dersime gelen cinlerin ve meleklerin de istifadesi için daha yüksekten konuşurum. Seyyid Muhammed-ül Bekrî Hazretleri de böyle idi…

 

Allahu Teâlâ beni şeriat-ı Muhammediye veresesinden kıldı çünkü şeriat-ı Muhammediye bütün peygamberlerin hepsinin makamlarını camidir, yani toplamıştır. Binaenaleyh Muhammedi makamında olan bütün resûllerin makamlarını elde etmiş olur; nasibi miktarınca.

 

İhtiyaç yokken elimin fercime dokunmasından korkarım, Kur'ân'a ve ilim kitaplarına ve çektiğim elimdeki tespihe ikram için. Fercime dokunan elimle bunları tutmam. Bir kere ayağım tespihime dokundu, bundan helak olacaktım. Bunun için uzun entari giyerim ki, elim fercime dokunmasın diye. Kardeşim Efdalüddin rahimehullah namazda durduğu veya Kur'ân okuduğu elbise ile helâya girmezdi. Yine buyurdu ki: İnsanları gıybet ettiği lisanla Kur'ân okuyanın hükmü, Kur'ân'ı pisliğe atan gibidir.

 

Bir kere Şeyh Necmeddin-i Kübra Hazretleri'nin halvette çile çeken bir müridinin eli zekerine dokundu, bu yüzden keşfinin açılması gecikti. Utandığından bu vakayı şeyhine de açamadı. Sonra fetih nasip oldu, keşfi açıldı, halvetten çıkınca şeyhi dedi ki: 'Halvette iken elin zekerine dokunduğunu bildim. Fakat şiddetli utangaç olduğundan ittilaımı sana bildirmedim, yani bildiğimi sana bildirmedim.' dedikten sonra ilave etti: 'Evladım sizden biriniz Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda otururken elinizi nasıl zekerinizin üzerine koyabilirsiniz. Bilmez misin halvette olan kimse huzurullahtadır. Bunun için halvetten çıkana yemekler yaparlar ve düğün gibi nümayiş yapılır. Çünkü huzurullahta idi.' dedi. Bunun üzerine müridi dedi ki: 'Efendim karanlıkta ve halvette elimin zekerime dokunduğunu nasıl bildiniz?' Buyurdu ki: 'Evladım bilsem ki, senin vücudundan bir kıl benden gizli kalacak olsa seni halvete asla sokmazdım. Sakın evladım, ihtiyaç yokken elini fercine koyma.' Mürid diyor ki: 'O günden beri elimi zekerim üzerine koymadım.'

 

Bazı sahabeler de, Peygamberimize (s.a.v.) biat ettikleri elleri ile zekerlerini tutmamışlardır. Ancak bir örtü ile tutmuşlar ve ölünceye kadar buna devam etmişlerdir.

 

Ey kardeş sen de bununla ahlâklanmaya çalış; irşat bulursun.

 

Bana mürit olmak isteyen her kimsenin bu isteğine icabet etmem. Çünkü bu zamanda şeyhlik ve müritlik şartlarının bir araya gelmesi çok nadirdir. Seyyidim Ali Havvas Hazretleri buyurdu ki: 'Eğer bir şeyh ömründe bir sadık müride rastlar ve bulursa, o mürit kibrit-i ahmerden (elmastan, cevherden) kıymetlidir, yine bir mürid-i sadık da öğütçü şeyh bulabilirse, bu şeyh de onun için kibrit-i ahmerden daha azizdir.’ Bu söz üzerine dedim ki: 'Muhtasaran yani özet olarak sadık müridin sıfatları nedir?'

Dedi ki: 'Dörttür.

1 — Şeyhin muhabbetinde sadâkat.

2 — Şeyhin emrine imtisal.

3 — Şeyhine itirazı terk etmek; batından yani kalbinden dahi itiraz etmemek, gecede gündüzde, gıyabda ve huzurda.

4 — Şeyhinin yanında kendi ihtiyarından soyunmak.

 

 

Her hangi bir mürit bu sıfatları cem ederse onda kabiliyet vardır, hal nafiz olur ve ilaç tesir eder. Bu sıfatları cem etmiş mürit, kuru kav gibi olur, çakmakçıya karşı. Fakat kavı ıslak olan müritten ahid almak isteyen kimsenin çakmağından sıçrayan kıvılcımlar tutuşturmaz, her kıvılcım ıslakta söner. Nitekim Allahu Teâlâ Hakk'a davet edenlerin en ekmeli ve halkın ahvalini en iyi bilen Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimize 'Habibim sen sevdiğine bidayet edemezsin.' buyurmuştur. İşte ondandır ki, müritlerin çokları şeyhlerinden faydalanamazlar. Çünkü mürid-i sadık şartları yoktur.'

 

'Şeyh-i sadıkın şartları nedir ki?' Ondan alalım diye sordum, buyurdu:

 

'Şeyh de ilim olacak ki onunla hakikatleri ve incelikleri keşfetsin. Hakk ve hakikat ile vehim ve hayal arasını ayırsın. Yine o ilimle caiz olanla farz olanı bilsin. Ulvî ve süfli âlemlerde seyran eylesin, melek ve şeytan taraflarından ilka edilenlerin arasını ayırabilsin, yani himmet ve lemme ve ruha üfleneni, ilham ve müridin hatıralarını bilsin. Rütbelerde suretler giymesini ve tavırlara bürünmesini, müritlerin evsafı ile kıyamı, kalp hastalıklarını ve nefislerin marazlarını ve esrarı nefsani pisliklerden temizlenmeyi ve zulmetlerden ruhani âlemlere neler girdiğini bilmeli. Müridinin hallerini levh-i mahfuzdan takip etmeli, marazlarını ve ilaçlarını daha ana rahmine düşmeden önce baba sulbünde zerre ikenden itibaren takip etmeli. Böyle şeyh bu zamanda enderdir. Fakat geçmiş zamanda çoktur.'

 

Ölmüş şeyhlere bağlanmayıp diri şeyhe talebe olmalıdır. Çünkü ölenlerin yönü yani yüzleri berzahta âhirete dönüktür. Dünyaya dönmeyi hiç istemezler, dünya ister harap olsun ister mamur olsun bakmazlar. Ancak ölmüş şeyhinin sesini kabirden işiten mürit ölmüş şeyhine bağlı kalabilir. Seyyidim ve şeyhim olan, Muhammed Şennâvî rahimehullah ile Seyyid Ahmed Bedevi Hazretleri'nin kabrine ziyarete gittik, Muhammed Şennâvî bir sefere çıkmak istiyordu. Ahmed Bedevi Hazretleri ile istişare etti, Seyyid Ahmet Bedevi kabrinden: 'Sefere çık ve Allah'a tevekkül et.' dedi. Ben de zahir kulaklarımla Ahmed Bedevi Hazretleri'nin kabrinden söylediği sözü duydum.

 

Şeyh İzzedin İsfahani diyor ki: Rüyada Seyyid Ahmed Rüfâî ile çok buluşurdum, bana emir verir veya yasaklar ve beni terbiye ederdi. Bir gün bana: 'Senin fethini yani keşfini açacak şeyhin ben değilim, fethini şeyh Abdürrahim Kannavî açacaktır.' dedi. Bunun üzerine Şeyh Abdürrahim Kannavî'nin memleketine yola çıktım. İlk buluştuğumda Seyyid Ahmed Rufai Hazretleri ile aramızda rüyada geçenleri birer birer hikâye ettikten sonra dedi ki: 'Ben sana sahip olamam ta ki Resûlullah'ın (s.a.v.) kâinatı doldurduğunu görmedikçe.' 'Bunun yolu nasıldır?' dedim. Cevaben dedi ki: 'Beyt-ül Makdis'e sefer et yani Kudüs'e git, muhakkak göreceksin, sonra gel.' dedi; dediği gibi yaptım. Makamata vasıl olan veliler de, bu hali görmedikçe vasıl olamazlar.

 

Ali Havvas Hazretleri demişler ki: Ölen şeyhlerin kabrinden verdiği emir ve nehiylerle amel etmek, ancak o verilen emirleri şeriat ulamasına arz ettikten sonra caiz olur. Zira o kabirden konuşanın şeytan olması ihtimali de vardır. Çünkü veliler masum değillerdir. Binaenaleyh ihtiyata riayetle daima diri şeyhe bağlanmak evlâdır.

 

Dünyada iken elimden harikulade olan keramet zahir olmasından hoşlanmam. Çünkü onun mahalli dar-ı ahirettir. Bunun dünyada vukuunu acele isteyen kimse baki cevhere, fani dünya metaını tercih etmiş demektir. Fakat mürit için bir kerecik olsun keramet zuhuru şarttır. Buna sebep: O müridin cennet ehli olduğuna müjde olarak Cenâb-ı Hakk bu kerameti zuhura getirir. Zira cehennem ehlinin elinden keramet zahir olmaz, cennete giremeyecekleri için.

 

Âriflerin keşif yolu ile Kur'ân'dan yaptıkları tefsiri teslim eder kabul eylerim. . Çünkü bunların tefsiri tam hakikattir. Dünya ve âhiretde değişmez. Ehli fikir ve fehim olanların tefsiri ise değişir.

 

Kardeşim Efdalüddin Hazretlerinden işittim: (Hicr: 47)

 

إِخْوَانًا عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ

 

âyet-i kerimesindeki tekabülden yani karşı karşıya olmaktan murat, suretin aynada karşılaşmaları gibidir. Yoksa dünyada iki cismin karşılaşması gibi değildir. Çünkü suretin aynada karşılaşmaları aynaya bakanın sağ gözü, görülenin sağ gözüne mukabil olur. Fakat dünyada iki cisim karşılaşınca senin sağ gözün arkadaşın sol gözüne mukabil olur. Diğer azalar da böyledir. Bu dünyada her aza karşısındakinin zıddı olur. Âhirette iş böyle değildir. Oradaki tekabül yani karşılaşma hem mana ve hem de suret-i mahsusa ile birlikte olur. Senin suretini aynada görüşün gibi olur. Hakiki tekabül budur. Çünkü işler âhirette tam inkişaf eder. Zira burada yani dünyada tekabül, manaların ve ruhların suretleri gibidir. Nasıl ki sen dünyada cisminle zahir, ruhunla batınsın, âhirette bunun aksine olursun.

İşte buradan keşfi eksik olanlar saptılar ve kaydılar da cisimlerin hasrını inkâr edip, 'Âhiretteki haşır yani tekrar dirilmek ruhla olacak.' dediler. Cisimle haşrı inkâr ettiler. Zira baktılar; 'Âhirette cisimler istediği surete girebiliyor, bu haslet ise ancak ruhlarda olabilir.' dediler. Hâlbuki keşifleri kemâle gelse göreceklerdi ki dünyanın aksine olarak âhirette cisimler ruhlarda durulmuştur. Nasıl ki dünyada amellerin zuhurunda cisim ve ruhlar müşterekse âhirette de nimet ve azapta müşterek olurlar. Bu anlattığımız sahih olmasa bu dünyada evliyalar diledikleri suretlere giremezlerdi. Çünkü dünyada veliye acele olarak verilenler âhirette cennette verilmesi mümkün olanlardır. Bunun da hikmeti velilere ve sülük ehline acele olarak dünyada böyle kerametlerin verilmesi onlara cennette verileceklerden müjde olarak acele verilmekle yakinleri artsın ve ferahlasınlar içindir.

 

Yanıma gelen herkese bir faydam dokunmasına i şiddetle itina ederim. Şeyh Kemaleddin ibn-i Abdüzzahir de böyle idi. Yanına gelene hiç bir şey yapamasa bile, hiç olmazsa onunla bir müddet zikir meclisi kurar birlikte zikrederlerdi. Sonra salıverirdi. 'İlim almaya kabiliyeti olmayan Allahu Teâlâ'nın zikrine salih olur.' derdi. Onun zikri medh ile (tevhid kelimesinin «lâ ilahe» kelimesindeki «Lâ» harfini yukarıya çekmek) «Lâ İlâhe İllallah» sonra da «Allah Allah Allah» demektir. Tabi'leri de böyle yaparlar.

 

Şeyh Kemaleddin'in kerametinden birisi de: İçeri i girmesi helâl olan bir kapıya gelirdi; kapıyı kilitli görürse küçük karıncanın bile giremeyeceği tahta çatlağından kolayca içeriye girer, otururdu. Bunun gibi benim yanımdan kalkan fakih (fıkıh hocası yani zahir hocası), derviş avam her kim olursa olsun muhakkak istifade ederek kalkardı. Yanıma gelen fakihin dünya muhabbeti ile kalbini kararmış görürsem, ona zahir işlerden anlatarak fayda veririm, esrardan bahsetmem. Çünkü esrar ancak nurlu kalplerde durur. Kalbi kararmış bir hoca çok kere bana gizlenmesi gereken ilimden sorar, ona cevap vermem. Bilhassa karine ile bilirsem ki ilimle amel etmeyecek tembeldir, tevfiki azdır, sükût ederim. O da bilmediğimi zanneder. Hâlbuki ona sorduğu ilmi öğretmeyerek, ilmi ile amel etmediğinden ileri gelecek azaptan onu kurtarmış olurum. Öğretsem amel etmeyecek ona fayda yerine azap cezası vermiş olacağım.

Gezi