Buradasınız: Ana Sayfa / Sohbetler / Allah'ı Niçin Anıyoruz / Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 10

Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 10

 

Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabî Hazretleri (k.s.):

 

"Tam ecir almak isteyen kimse, Kur'ân tilavetine başka bir şey takdim etmesin. Çünkü seyyah melaikeler Kur'ân dinlerler. Kur'ân dinlemeye başka bir şeyi tercih etmezler. Zira o meleklerin en şerefli ve üstün rızıkları Kur'ân dinlemektir. Binaenaleyh Kur'ân okumak kendisine müessir olamayan kimse o zaman ilim meclisinde otursun. Çünkü İlim de ruhların gıdasıdır. Fakat bu ilim, Kur'ân ilimlerinin dışına çıkmamalıdır. Şunu bil ki, ben bütün meclislerimde ve yazdığım bütün kitaplarda her neyi konuştumsa, hepsi Hz. Kur'ân hazinelerindendir. Zira Cenâb-ı Hakk bana Kur'ân'ı anlama ve ondan imdat alma anahtarlarını verdi. Ta ki böylece Hakk Teâlâ ile mücaleseten (Birlikte oturmaktan) çıkmamak için."

 

Yine Şeyhi Ekber Hazretleri buyurmuş ki: "İşbiliye'de (Endülüs'ün bir şehridir) Hızır (a.s.)'la görüştüm, bana dedi ki: Şeyhlerin sözlerine teslim ol. Sakın onlara itiraz edip münazara ve münakaşada bulunma. Her ne kadar onların sözleri görünüşte hatalı bile olsa."

 

"2'nci kat gökte ruhum İsa (a.s.)'la içtima etti (buluştu) ve İsa (a.s.) elinde tevbe ettim. Bana inayet-i azîmesi oldu. Halen dahi benim terbiyemden gafil kalmaz. Ve semavattaki diğer peygamberlerle de görüştüm. Bunlardan İbrâhim (a.s.)'la görüştüğüm zaman: Ey babacığım, niçin 'Putların büyüğü yapmıştır.'

 

بَلْ فَعَلَهُ کَبِيرُ هُمْ

 

cevabını verdin? diye bu Ayet-i kerime'deki bize hikâye olunan cevabının sebebini sorup öğrendim, sonra gece karanlığında sırası ile yıldız, ay ve güneşi görünce mealindeki Ayet-i kerime'deki üç nurdan sordum, bunların itikat, inanış olmadığını kendi kavim ve milletine karşı hüccet ikamesi için söylendiğini izah etti.

 

Her kim Hazreti Muhammed (s.a.v.) ve getirdiklerine iman ederse, bütün peygamberlere ve onların getirdikleri kitap ve suhuflara iman edip tabi olanların hepsinin ecrine nail olur.

Âdemoğullarından en son ruhu kabzolunacak, insan-ı kâmildir ki bunun zikri bütün âlemin zikrine muadildir, yani eşittir.

 

لايَقوُمُ الشاَعَهُ حَتّى لايَبْقى اَحَدٌ عَلى وَجْهِ اْلاَرْضِ يَقُلُ اللّهُ اللّهُ

 

hadis-i şerifinde, işaret buyrulan da budur. Allahu Teâlâ gökleri Arz üzerine düşmekten bu insan-ı muvahhidin yani bu tevhidi okuyan kâmil insanın hatırı için muhafaza ediyor. Bu insan-ı kâmilin zikri «Hu Allah Allah Hu»'dur ki Zikrullah-i Ekber'dir. Yani en büyük Allah'ı zikridir. (Ankebut: 45)

 

وَلَذِکْرُاللهِ آکْبَرُ

 

ayet-i kerimesi ile işaret buyrulmuştur. Hazret-i Âişe (r.a.) validemizin: 'Peygamberimiz bütün hallerinde Allah'ı zikrederdi.' sözünde Resûlullah Efendimizin bütün hallerinde Rabbisi ile oturup kalktığını ispat vardır. Esasen, her kulun Rabbisi ile oturuşu, Rabbisini zikri miktarıncadır.

 

Besmele, Ulema-i Billâh yanında şeksiz Kur'ân'dandır. Surelerde tekrarlanması Kur'ân'da diğer kelimelerin tekrarlanması gibidir.

 

Tanımadığım bir kavim ile Kâbe'yi tavaf ettim. Bana iki mısra okudular, birini ezberledim, diğerini unuttum.

 

Tercümesi: 'Sizin tavaf ettiğiniz gibi bizde cemaatle bu Beyt'i senelerce tavaf ettik.' Bu cemaatten birisi bana dedi ki: 'Beni tanıdın mı?' Hayır dedim. O zaman: 'Ben senin geçmiş dedelerinden birisiyim.' dedi. O halde kaç sene önce öldün dedim. Cevaben: '40 bin küsur sene evvel ölmüştüm', dedi. Buna karşı da: 'Âdem (a.s.)'dan bu yana o kadar zaman geçmedi.' dediğimde, 'sen hangi Âdem'den bahsediyorsun, size en yakın olan Âdem'den mi yoksa diğerlerinden mi bahsediyorsun' deyince. Resûlullah (s.a.v.) in şu hadis-i şerifini hatırladım: 'Allahu Teâlâ 100 bin Âdem yarattı' o zaman dedim ki 'bu dedemin bana nispeti hadden olacak' dedim: bunun da tarihi meçhuldür.

 

Cemadatın taş ve emsali madenlerinin Allah korkusundan düştükleri Kur'ân'da işittiğimiz bir delildir. Allah'tan korkmak için diri ve idrak sahibi olmak lâzımdır. Cemadatta hayat olduğunu anlamayı Cenâb-ı Hakk insanların ve cinlerin gözünden almıştır. Ancak dilediği velilere bahsetmiştir. Biz ve emsalimiz bu bahiste delile muhtaç değiliz. Çünkü Hakk Teâlâ cemadatın hayatını bize keşfen göstermiş ve tespihlerini de duyurmuş ve işittirmiştir. Konuşmalarını da işittirdi. Nitekim (A'raf: 143)

 

فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا

 

ayet-i kerimesinde de dağın parçalanmasının sebebi, Allahu Teâlâ'nın tecellisindeki azamet-i ilahiyeyi anlamasından ileri gelmiştir. İdrakleri vardır. Azameti anlamasa idi dağ parçalanmazdı.

Allah kapısından kovulanların alâmeti; Ahkâm-ı Şeriyeye riayet etmemeleri ve hududu ilâhiyede durmamalarıdır."1

 

Hadis-i şerifte: "Beni rüyada gören gerçekten beni görmüştür. Zira şeytan benim suretime giremez."2 buyrulmuştur. Fakat şu şartla ki gören kimse, Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi aynen dünyadaki cesedi şerifi üzere görmelidir. O kadar ki Uhud Muharebesi'nde kırılan mübarek dişinin bile kırık olduğunu görmelidir. Böyle gören gerçekten görmüştür. Fakat böyle görmezse hakiki görüş olduğuna hükmedilemez. Dedikten sonra Şeyh-i Ekber Hazretleri diyor ki: "Biz Resûl-i Ekrem'i, hakiki sureti üzerine defaatle gördük. Hadis ulemasının zayıf hadis dedikleri birçok hadis-i şerifleri sorduk. Resûlullah (s.a.v.) o hadislerin sahih olduklarını söyledi. O zaman sahih hadisler olduklarını anladım.

Allahu Teâlâ kıyamete kadar geçmiş ve gelecek bütün velilere beni muttali kıldı. İnsanlara kimlerin aktab, kimlerin ebdal olduklarını tayin edebilirim."

 

Ehl-i nar amellerinden bir amel işledin mi onun sonunu tevhid ile hatmet, mühürle. Çünkü tevhid kıyamet günü elinden tutar. Cezadan sonra bile olsa tevhid her amele üstün gelir.

 

Şeyh-i Ekber Hazretleri (Taha:130) Geceleyin ve bir de gündüzün iki ucunda tespihat ayet-i kerimesi hakkında buyuruyor ki; "Şunu bil ki, gündüzün taraflarından murad sabah ile akşamdır. Akşam gecenin ihtidası, sabah da gecenin sonudur. Gündüz ise bu başlangıç ve sonun ortasıdır. Nasıl ki gece de nihayet ihtidanın ortasıdır. Allahu Teâlâ bize, geceleyin ve bir de gündüzün iki tarafından tesbih etmemizi emretti. Burada gündüzden bahsetmedi. Çünkü diğer ayet-i kerimede (Müzemmil: 7)

 

إِنَّ لَكَ فِي اَلنَّهَارِ سَبْحًا طَوِيلًا

 

 

Ayetinde de buyurduğu gibi, gündüz boşsun. Bir hadis-i kutside: 'Gündüz senin için, gece ile gündüzün iki ucu benim içindir.' buyrulmuştur. Binaenaleyh gece ve gündüzün iki ucunda bir kimse Allah ile meşgul olursa, gündüzünde dünya işleri ile uğraşırken Allah onunla olur. Zira gündüzün işleri ile meşguliyeti gece ve gündüzün iki ucunda Hakk ile meşguliyetine bir hazırlamadır.

 

Şeriat aklın özüdür. Hakikat de şeriatın özüdür. Kabuğun muhafaza ettiği bademin içindeki yağ gibidir. Badem içindeki yağı muhafaza eder. Kabuk da bademini saklar. Bunun gibi akıl şeriatı muhafaza eder, şeriat da hakikati korur. Her kim akılsız şeriat iddiasında bulunursa bu iddiası kabul olunmaz. Nasıl ki, şeriatsız hakikat iddia edenin iddiası kabul olunmadığı gibi."

 

Şeyhi Ekber Hazretleri buyuruyor ki: "Ahiretteki suretin güzelliği, dünyada iken şeriatla övülmüş hatıraların kadrine göredir. Yani hayatın mahmuden (beğenilen hatıralar) nispetindedir. Ve yine âhirette suretin çirkinliği de dünyada mezmum (beğenilmeyen) hatıraların miktarına göredir. O halde, âhirette pişman olmadan ki o pişmanlığın faydası olmayacaktır, kendi nefsinde cehd-i gayret et."

 

Yine buyurdu ki: "Allah yanında tazimde merteben, kalbinde Allah'a tazimin ve Allah'tan hayâ etmem derecesindedir. Eğer sen Allah'a itina edersen ve ondan utanırsan, Allah da senden utanır. Eğer sen aldırmazsan, o da sana aldırmaz. Terazi, ölçü elindedir. İster kazan, ister aldan. Kimseyi kınama, ancak kendi nefsini kına.

 

Kalbinde Hakkın hitabını dinlemek makamına nail olursan, bu meşhedin en üstünü; Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in ruhu ile birlikte hazır olmaklığındır. O zaman Allahu Teâlâ'nın Resûlüne hitap edişini duyarsın. Çünkü Allah'ın Resulüne hitabı, yalnız sana hitabı gibi değildir. Zira bu Hazret-i Rubûbiyet bazı kere kuluna söylenmeyecek şeyleri duyurur. O zaman burada peygambere tabi olursun. Eğer o söylerse sen de söyle, o ketmederse sen de ketmet, hiç bir makam yok ki oraya gelen şahıs hiçbir zaman peygamberden ve veliden üstün olamaz. Oradaki sarf olunan o büyük zevatadır. Onların emanete tahammülleri çoktur. Ayanen görüşleri onları imandan gani kıldı.

 

İrfan makamında kemale erenler şunu müşahede ederler ki, İlâhi mühür elinde olan; esmanın, nebiler, resuller ve velilerin kalplerini mühürlediği gibi, kendi kalbini de mühürler de ondan sonra yani Cenâb-ı Hakk'ın cemalini müşahededen sonra o kalbe kevnin (Mahlûkatın, yaratıkların) girmesi mümkün olmaz. Masivaya o kalp kapanır. Ancak hizmet ve emir icabı masiva ile meşgul olur. Sonra süratle kalbinden kevn çıkar. Bu mühürlemeden sonra meselâ o kimsenin cariyesi ve karısına karşı sevgi duymasından hatırı bağlanırsa bu tabiat hükmü iledir. Yoksa Allah'ın emri olarak Sırr-ı Rabbani ile mühürlenen kalp menzilesi ile bağlanmış bir hatırası yoktur.

 

Sana Kur'ân okumayı tavsiye ederim. Hiç olmazsa günde 3 hizip oku. Sakın terk etme. Bazı ilim talebeleri ve bazı tasavvuf erbabı daha mühim işlerle uğraşıyoruz bahanesi ile terk ettikleri gibi sen de terk etme, bunların bu bahanesi yalandır. Çünkü Kur'ân dünyada her ilmin maddesidir. Kur'ân tilâvetini terk edenlerden olma. Mümkün olursa gece ve gündüz oku ve ondan dilediğin ilimleri çıkar; müçtehit imamlar gibi. Ve okurken Allah'ın methettiği sıfatları işle. Veya işlemeğe azmet. Ve yine Allah'ın zemmettiği sıfatları terk et. Veya terkine azmeyle. Çünkü Allah'ın Kur'ân'ı bize indirmesinden gaye onunla amel etmektir."

 

Ve yine Şeyh-i Ekber Hazretleri buyuruyor ki: "Allah'ı zikredenlerin hayatı birleşir ve daimidir. Ölümle kesilmez. O diridir. Her ne kadar ölmüşse de onun hayatı fi sebilillâh şehit olandan daha çok diri ve daha ziyade tamamdır. Ancak o şehit olan kimse Allah'ı zikreden kimselerden ise o zaman onda iki hayat vardır. Biri şehitlik hayatı diğeri de zikir hayatıdır. Allah'ı zikreden diridir, isterse ölmüş olsun. Fakat zikri terk eden ise ölüdür. İsterse dünyada hayvanî hayatla diri olsun. Nitekim hadis-i şerifte: 'Hatibini zikredenle zikretmeyen diri ile ölüye benzer.' buyrulmasından anlıyoruz ki, zakirin hayatı şehidin hayatından hayırlıdır. Eğer o şehit zakirlerden değilse. Ve yine hadisler faslında geçmiş ve tercüme edilmiş olan bir hadis-i şeriften anladığımız boyun vurmaktan maksat şehitliktir. Demek ki harpteki düşmanla çarpışıp, düşmanı öldürmek veya kendisinin şehit olmasından da hayırlısı Allah'ın zikri olduğu buyruluyor.

 

Sana şeriat ilmini tavsiye ederim. Çünkü şeriat senin dünyada bindiğin gemidir. Eğer şeriattan ayrılırsan gemi batar, helak olursun ve gemideki her şey de helak olur ve sen, dâhil ve hariç riayenden sorumlusun. Enfüsî, yani içinde olan kuvvetler ve azaların senin teb'an olduklarından onların hareket ve amellerinden sorumlusun. Dışarıdaki teb'andan da mesul olduğun gibi. Bunlara karşı Allah'ın verdiği cezayı tatbik edebilmek için Rabbinin şeriatini bilmen lâzımdır.

 

Cennetin suru tevhittendir.

 

Allahu Teâlâ'nın gözler görmedik, kulaklar işitmedik ve insanın kalbine ve hayaline gelmeyen nimetler vereceği taife ise tevhid-i ef'al ehli olanlardır. Çünkü bunlar yaptıkları amelleri Allah'ın halk ettiğini, kendilerinin olmadığını, ancak Allah'ın emrine uyarak teklif edilenlere teşebbüs ettiğini bilir. Ve bu yaptıkları amellerden dolayı da kendilerine bir sevap beklemezler. İşte bunların mükâfatı hudutsuzdur. Zira yaptıkları ameller gözlerine görünmez. Yani yaptıklarına bir değer vermezler, kulakları da amellerini işitmez ve 'ben de şu ameli işledim' diye kalplerine bir varlık getirmezler. Bütün amellerimizi de halk eden, ilham eden ve yaptıran Allah'tır derler; kendilerini o yaptığı işlerden soyarlar. Yalnız teklif nispeti kalır. İşte bunların mükâfatı; gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş ve hatır hayale gelmemiş nispette azametli olacaktır.

 

Havassı Evliya ve ulema Rablerine cennette ancak Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizin aynasından bakarlar. Çünkü Resûlullah Efendimizin aynası diğer aynaları cami olan en mükemmelidir. Nitekim kâmil olan kimseler her bastığı yerde Resûlullah Efendimizin izini ararlar ve onun izinden giderler.

 

Bil ki cehennem ehl-i tevhidin asilerinin ancak zahir azalarını yakar, imanı ateşin kalbine nüfuzuna mani olur. Allahu Teâlâ'nın ehl-i tevhide karşı inayetine dikkat et. Cesedin azalarını öldürüyor ki ateşi hissetmesin diye. Uyuyan gibi, uyuyarak cehennemdeki müddetleri geçer, şefaat yetişince uykudan uyandırırlar. İmanlarını cehennem kapısında bekler bulurlar. Ve cennet kapısındaki hayat ırmağına dalarlar ve cennete girerler. Hülasa Allah birdir diye iman eden hiçbir kimse cehennemde kalmaz."3

 

İmam-ı Şarani Hazretlerinin (r.a.) "Tabakat-ı Kübra" adındaki, meşhur olan ehlullahın hal tercümeleri ve tasavvufa ait kıymetli sözleri ve hallerinden bahseden bu değerli kitabından konumuza temas eden kısımlarından bazılarını alıyoruz. Gerçekten kitabın tamamı konumuzla şiddetli alâkalıdır. Fakat tamamını alsak kitabın hacmi büyüyeceğinden bazı parçalarını almakla yetiniyoruz.

 

Bu kitabı itikatla okuyan ve okunanı can kulağı ile dinleyen kimse, kitapta adları geçen bütün velilere sanki muasır olmuş, onlarla birlikte yaşamış ve sözlerini dinlemiş gibidir. Her ne kadar bir şeyhi görmesek dahi, onun sözlerini okumak ve dinlemekle onun muhabbet ve sohbetinde bulunmuş oluruz. Bizler muhakkak Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi, Sahabeleri, Tabiin ve müçtehit imamları severiz. Hâlbuki onları görmedik ve onlarla aynı asırda yaşamadık. Fakat sözlerden faydalandık. Fiillerine iktida ettik. Yani yaptıkları işlere biz de uyduk. Binaenaleyh onların sözlerini tutmak ve yollarından gitmekle inanışlarının sureti bizde de zuhura gelince maksat hâsıl olmuştur. Şahısların suretlerini görmeye lüzum kalmaz.

 

Bu ehlullah taifesini her asırda inkâr eden bunlara tenkit ve itirazla hücum edenler eksik olmaz. Çünkü bunların makamlarının zevki çok yücedir. Çok akıl sahipleri bunu akılları ile anlayamazlar. Fakat bu zatların kemalleri olduğundan bu cahillerin itiraz ve tenkitlerinden üzülmezler. Nasıl ki, dağa kara böcek üflese dağın müteessir olmadığı gibi.

 

Mukaddime de buyuruyor ki, ehlullah kavminin tariki kitap ve sünnetle müşeyyeddir. Ve enbiya ve asfiya ahlâkına sülûk üzerine kurulmuştur. Esasen ilm-i tasavvuf, velilerin kitap ve sünnetle amelleri neticesi kalplerine doğan ilimden ibarettir. Her kim kitap ve sünnet ile amel ederse bunlardan o kimseye öyle ilimler edep ve esrar husule gelir ki ondan lisan aciz olur. Hülâsa sofilerin hallerini inkâr eden, onların hallerini bilmediği ve cahil oluşundandır. Kuşeyri diyor ki: İslâm asırlarından hiçbir asır yoktur ki o asırlarda ehlullahtan bir şeyh bulunmamış olsun. Zamanın zahir ulemasının en büyükleri bile o şeyhe teslim olmuşlar ve ellerini öpmekle ve duasını istemekle teberrük eylemişler. Ve şeyhin önünde tevazu eylemişlerdir. Eğer ehlullahın bu meziyet, hususiyet ve üstünlükleri olmasa idi iş aksine olurdu. Nitekim ehlullah taifesini methe şu yetişir: İmam-ı Şafiî gibi büyük bir imamın, Şeyban-ı Rai Hazretleri'ne teslim oluşu. Ve İmam Ahmet ibn-i Hanbel'in çözemediği fıkhı suali Şeyban-ı Rai Hazretleri'ne çözdürmesi ve yine İmam-ı Ahmed'in müşkülâta duçar olduğu fıkıh meselelerini Ebu Hamzet-ül Bağdadi Sofi Hazretleri'ne sorup halletmesidir. Ve yine Ahmet ibn-i Hanbel Hazretleri oğlunu zamanının sofi şeyhleri ile oturup sohbet etmeğe teşvik eder ve derdi ki: "Oğlum bu sofiler ihlâsta bir makama eriştiler ki biz onlara erişemedik." ehlullahın ilminin şerefli olduğuna delil olarak şu yetişir: Musa (a.s.) Hızır (a.s.)'dan (Kehf: 66 )

 

هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا

 

hakikat ilmi isteğinde bulunmuş olması kâfi delildir.

 

Ey kardeş şunu bil ki Allah bizi ve seni muvaffak eylesin: Bir kişi bize göre ilim makamında kemal bulamaz ta ki onun ilmi bir nakil ve şeyh vasıtası ile olmaksızın doğruca Allahu Teâlâ'dan alınmadıkça. Çünkü bir kimsenin ilmi bir yerden naklen veya şeyhten alınmış ise muhdesattan olmaktan kurtulamaz. Yani sonradan hadis olmuş, meydana gelmiş ilimdir ki bu ilim, ehlullah yanında maluldür. Yani illettir, makbul değildir. Zira bir kimse ömrünü muhdesatı bilmekle geçirmişse Rabbinden nasibini ve zevkini fevt etmiş olur. Çünkü muhdesata taalluk eden ilimlerde kişinin ömrü tükenir de hakikate erişemez. Hâlbuki sen ehlullahtan bir şeyh elinde sülûk görsen Cenâb-ı Hakk'ı müşahede makamına iletir. İlimleri o zaman, oradan ilham-ı sahih yoluyla yorulmadan külfetsiz ve uykusuz kalmadan alırsın. Nitekim Hızır (a.s.)'ın aldığı gibi. Esasen ilim, keşif ve şuhut yoluyla alınandır. Yoksa nazar, fikir, zan ve tahmin ile alınan ilimler ehlullah yanında makbul değildir. Şeyh-i kâmil Bayezid-i Bestami (r.a.) asrının ulemasına: "Ey zahir hocaları, siz ilminizi ölüden ölüye intikal ederek aldınız; biz ilmimizi asla ölmez, diri olan Cenâb-ı Hakk'tan aldık buyurmuştur. Ey kardeş sana lâyık olan, yaraşan her ilmi değil, ancak zatını kemale erdiren ve seninle beraber âhirete intikal edecek olan ilmi aramandır. Bu ise ancak Allah'ın bağışlama ve müşahede yoluyla sana ilhan edeceği Allah ile olan ilimdir. Bilfarz misal olarak, dünyada öğrendiğin tıp ilmi, hastalanın bulunduğu yerde işe yarar; sen bu dünyadan göçünce âhiret âleminde hastalık, kötürümlük olmadığından orada kimi tedavi edeceksin. Bu ilmin işe yaramaz olur. Şimdi anladın ki aklı olan, kendisinden ayrılmayarak birlikte berzah âlemine intikal edecek ilmin arkasından koşmalıdır. Böylece kendisi ile âhirette intikal edecek ilim de ikidir. Biri Aziz ve Celil olan Allah'a ait ilimdir. Diğeri de âhiret hallerine ait olanıdır. Ta ki bu ilimleri dünyada elde edince âhirette Cenâb-ı Hakk'ın vaki olan tecellilerinde tanır da inkâra kalkmaz. Bu iki ilmi halvet, riyazat, müşahede ve hizb-i ilâhî ile elde edebilirsin. Nitekim şeyh Muhiddin-i Arabî, Fütuhat ve diğer eserlerinde, "Ehlullahın ilmine vuslat yolu, iman ve takvadır demiştir". Allahu Teâlâ; "O köy ve şehir halkı iman ederler ve takva da yaparlarsa onları ulviyat ve süfliyata müteallik ilimlere ve ceberut esrarına, mülk ve melekût nurlarına muttali kılarım." demektedir. Esasen rızık iki türlüdür: Ruhanî ve cismanîdir. (Talak: 2-3)

 

وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجًا (٢) وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ

 

ayeti buna delildir. "Allah'a muttaki olunuz. Allah size öğretir." mealindeki ayet-i kerime de, vasıtalarla öğrenemeyeceğiniz ilâhî ilimleri size Allah öğretir demektir. Ve burada dikkat edilecek nokta şudur ki ayette öğrenmeyi yani talimi, Allah ismine izafe etmiştir. Zira bu Allah ismi zata delildir ve Cenâb-ı Hakk'ın esma, ef'al ve sıfatını camidir dedikten sonra, Şeyh-i Ekber Hazretleri buyurmuş ki: "Bu ehlullah taifesini tasdik ve teslim etmeni ey kardeş sana tavsiye ederim. Çünkü bunlar Allahu Teâlâ'nın ihsan ettiği nispette ayet ve hadislerde derin anlayışlara sahiptirler. Nitekim hadis-i şerifte: "Her ayetin zahiri ve batını ve haddi ve matlaı, yediden yetmiş batına kadar." buyrulmuştur.

1 Fütühat-ı Mekkiye, 367. Bab

2 A.g.e, S. 90

3 Fütühat-ı Mekkiye, 60-61. Bablar

Gezi