Buradasınız: Ana Sayfa / Sohbetler / Allah'ı Niçin Anıyoruz / Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 31

Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 31

 

Sanki doksan dokuz rahmeti Cenâb-ı Hakk, bu günahlarla dolmuş Ümmet-i Muhammed için depo etmiştir. İşte bundan dolayıdır ki bu ümmet diğer ümmetlerin hayırlısı ve onlara şefaat eden kelime-i tayyibe de zikirlerin en efdali ve üstünü oldu. Ve onların şefaatçisi olan peygamberimiz âli cenâba da peygamberlerin efendisi manasına gelen Seyyid-ül Enbiya diye hitap olundu. «Aleyhi ve aleyhim esselavâtü vettahiyyat» (Furkan: 70)

 

فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا

 

Evet Erhamü'r-Rahîm'in böyle olduğu gibi Ekrem'ül-Ekrem'in de böyledir. Bu kelimenin faziletlerine dair Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurmuş ki: 'Bir kere «La ilahe illallah» diyen cennete girer.' 'Bu nasıl mümkün olur?' diye kısa görüşlüler hayret ederler. Bunlar bu kelime-i tayyibenin berekâtına vakıf değillerdir. Bu fakir (İmam-ı Rabbani Hazretleri fakir diye kendinden bahsediyor) hissettim ki: Eğer âlemin tamamını bu kelimeyi tayyibenin bir kere zikrine karşılık bahşiş olarak verseler ve cennete de koysalar tahammülü vardır ve meşhurdur ki bu mukaddes kelimenin berekâtı eğer tamam âleme paylaştırılsa tâ kıyamete kadar geleceklere bile yetişirdi nerde kaldı ki bu kelimeyi tayyibeye «Muhammed Resûlullah» mukaddes sözü de eklenerek birleşmiş ola ve tevhid, tebliğ ile birleşirse ve risalet velayete yakın ola. Bu iki kelimenin toplamı velayet ve nübüvvetin kemâlatını toplamıştır. Bu iki saadetin yoluna hidayet eden, yol gösteren bu iki şerif kelimedir ki velayeti gölgeler zulmetlerinden pak edip, nübüvveti en yüksek basamağa eriştirir.

 

Allah'ım bizleri bu kelimeyi tayyibenin bereketlerinden mahrum etme ve bu iki kelime üzerinde bizleri sabit kıl ve bu kelimeyi tayyibeyi tasdik üzere bizleri öldür ve bunu tasdik edenlerle bizleri haşreyle ve bu kelime hürmetine ve bu kelimeyi tayyibeyi tebliğ eden peygamberler hürmetine cennete dâhil et.

 

Zira bakış ve ayaklar sarsıldığı ve himmet ve gaybet ve enerjilerin düştüğü ve bütün ümitin sırf gayba yani Cenâb-ı Hakk'tan gelecek emre bağlandığı zamanda yani mahşerde kelimeyi tayyibe olan «La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah» ayağından başka bir ayakla yürümek mümkün değildir. Bu mukaddes kelimeden başkasının yardımı ile mesafe almak muhaldir. O mahşere gönderilen talip, sâlik bir kere bu kelime-i tayyibeyi demesiyle vasıl olması gerektir ve bu kelimeyi kudsiyenin hakikatinden yardım alarak o mesafeden yol alması lâzımdır ve kendinden uzak ve Allahu Teâlâ'ya yakınlaşması ile sevinerek o mesafeden her ayakta yani her atacağı adımda alacağı mesafe, bu mümkünat âlemi olan dünyadan kat kat fazla olur. İşte bu sebeple bu zikrin çok üstünlüğüne vasıl olmak ve anlamak gerektir. Dünyanın tamamı onun yanında hiç hissedilmez ve bir değer taşımaz.

 

Bu kelimeyi tayyibenin azametinin zuhuru, zikrin dereceleri itibariyledir. Ne vakit ki söyleyenin derecesi ziyade olursa bu mukaddes kelimenin azameti de ziyade zuhur eder. Bir kimsenin bir köşede inzivaya çekilip bu kelimeyi tayyibenin tekrarı ile lezzet alıp manevi zevk duyması haline dünyadan hiç bir arzu üstün tutulamaz ve bütün dünya arzuları da buna tercih edilemez.1

 

"Bu tarikte umde zikrullahdır. Zikr-i ilâhi ile kendi vakitlerini mamur eylemek gerekir. Zikre aykırı olan her şeyden kaçınmak, sakınmak lâzımdır."2

 

"Allahu Teâlâ bu taifenin muhabbeti üzere istikamet buyura ve onlar ile meşhur eyleye, onlar şol kavimdir ki, celisleri yani beraberlerinde oturanlar şaki ve şu'm (uğursuz) olmaz ve enisleri mahkûm olmaz ve müntesipleri mahsun olmaz. Onlar cülesaullahdır ve zakiran-ı Hakk'dır ve bunlar onlardır ki, onları bilen Allahu Teâlâ'yı bulur. Nazarları deva, kelamları şifa ve sohbetleri ziya ve hüsn-ü bahadır. Bunlar onlardır ki zahirlerine bakanlar haib ve haşir olurlar, batınlarına nazar edenler necat ve felah bulurlar ne hoş demişlerdir: 'Onları bilmek ve seni bulmak birbirlerinden ayrılamazlar.'"3

 

"(Peygamberimiz (s.a.v.)'e tâbi olmanın yedi derecesini tafsilâtla bildirmektedir. Biz burada gayet özet olarak kısaltıyoruz.) Server-i kainat (a.s.v.)'a uymak dünya ve âhiret saadetinin sermayesidir. Derece ve mertebeleri vardır.

 

Birinci derece: Ehl-i İslâm'ın avamına mahsustur, şeriat hükümlerini yerine getirmek ve sünnet-i seniyeye uymak gibi ki, kalple tasdikten sonradır ve velayet derecesine bağlı olan itminân-ı nefisten evveldir. Muameleleri itmi'nân-ı nefse erişmeyen ulemayı zahir ve dahi abidler ve zahitler de bu derecededir. Bu derecedeki mütabaat yani peygambere uymak surettedir, hakikatte değildir; fakat âhirette kurtarır. Allahu Teâlâ kereminden, nefsin inkârına itibar etmeyip kalbin tasdiki ile iktifa eder.

 

İkinci derece: Peygamberimiz sözlerine ve amellerine uymaktır ki batına taalluk eden ahlâkı düzeltmek, rezil sıfatları defetmek ve batini marazlar ve manevi illetleri gidermek gibi ki bunlar makam-ı tarikata bağlıdır, sofiler yolunda uyulan şeyhten seyr-i ilallah merhalelerini kat eden sülûk erbabına mahsustur.

 

Üçüncü derece: Peygamberimizin halleri, zevkleri, mevacidine uymaktır ki bunlar velayet makamına hastır. Çünkü velayete erişmiş nefis mutmainne olmuş, serkeşlikten vazgeçmiş, inkârdan ikrara ve küfürden İslâm'a gelmiş ve uymakla, çok çalışmakla yaptığı ibadetler suretlikten kurtulup hakiki ibadet olmuştur.

 

Dördüncü derece: Velâyet-i hâssanın husulünden sonra hâsıl olan hakikat, amel-i salihanın yerine getirilmesidir. Bu derece, ulemayı râsihine mahsustur ki bunların Kur'ân'daki müteşabihât ve te'vilinden nasipleri vardır ve sûreler başındaki huruf-u mukattaanın esrarından da behreleri vardır. Bunlar bidat-ı haseneden de bidat-ı seyyie gibi kaçınırlar.

 

Beşinci derece: Peygamberimizin kemalâtından ittibadır ki, o kemalâtın husule gelmesinde ilim ve amelin dahli yoktur. Belki bunların husul-ü mahzı fazl-ı Hüdâ'dır.

 

Altıncı derece: Peygamberimizin makamı mahbubiyetine mahsus olan kemâlâtına uymaktır.

 

Yedinci derece: Nüzul ve hübuta taalluk eder. Bu derece, geçen derecelerin hepsini içine almıştır. Bu derecede tabi ile metbu sanki bir olmuş gibidir.

 

Ulemayı zahir birinci derece ile kanaat etmişlerdir. Keşke o dereceyi dahi başa çıkarsalardı. Onlar mutabaatı, şeriatın suretine maksur kıldılar, bunun ötesinde başka derece yok sandılar, mütabaat derecelerine erişmeğe vesile olan tarik-ı sofiyeyi boş çalışmak zannettiler ve meşayihi tanımadılar."4

 

"Uyulan şeyhten alınmış olan zikrin, salâvat-ı şerife getirmekten üstün olduğuna dairdir. Bir hadis-i kutside: 'Benim zikrim ile meşgul olup da Allah'tan hacetini istemeğe ve dua etmeğe vakit bulamayan kimseye diğer istek ve dua ile uğraşanlara verdiğimden kat kat fazla veririm.' buyrulmuştur. Buna göre zikirde isteme yoktur. Zikirden maksud-u aslî olan sübhaneyi yâd etmektir. İkinci sebep de

 

مَن سَنَّ سَنَةً حَسَنَةً فَلَهُ اَجْرُهاَ وَاَجْرُ مَنْ عَمِلَ بِهاَ

 

hadis-i şerifine göre zikir, Resûlullah (s.a.v.) den alınmıştır, bu yolu O kurmuştur, O'nun sünneti ile amel eden her zakire verilen ecr-ü sevabın bir misli de onun vazına gider. Eğer Peygamberimizin bu yolu kurduğuna niyet ederse ecri daha da artar. Binaenaleyh zikirde asıl maksut Allah'ın yâd edilmesi, anılmasıdır. Ve salâvatta ise maksud-u asli bir hacet istemektir. Buna göre aralarındaki fark anlaşıldı. Binaenaleyh zikir yoluyla Peygamberimize erişen bereketler salâvat-ı şerifeden kat kat fazla oldu. Bu itibarla bir müridin kâmil şeyhten zikri alıp tarikatın şartları ile ona devam etmesi salâvattan efdaldir. Bu makamdandır ki meşayih-ı tarikat müptediye zikir yapmaktan başka meşguliyete cevaz vermezler, onun yapacağı amelleri farzlara ve sünnete kasır edip nafile ibadetten men ederler. Herkese gelen füyuzat Peygamberimize uyması sebebiyle geldiğinden o kemalât peygambere dahi sabit olur. Peygamberin mertebesine asla erişilemez... Şu kimse ki, hem âlim hem de sofidir kibrit-i ahmerdir yani aziz ve nadirdir ve zahir ve batının davet ve tebliğine şayan ve naip ve varis-i peygamber-i âlişandır."5

 

"Bazı ulemayı billâh buyurdular ki, Takvanın tamam olması ancak (10) şeyi bir kimse kendi nefsi üzerine farz olarak bilmekledir:

(1) Gıybetten dilini korumak.

(2) Suizandan sakınmak.

(3) Alay ve istihzadan kaçınmak.

(4) Nâmahreme bakmamak.

(5) Dilin doğru söylemesi.

(6) Nesfinde ücup hâsıl olmaması için Allahu Teâlâ'nın kendine yaptığı inam ve ihsanı saymak, düşünmek ve mülahaza eylemek.

(7) Malını hak yere sarf edip bâtıla harcamamak.

(8) Yücelik ve kibir istememek.

(9) Namazları muhafaza.

(10) Sünnet ve cemaat üzere istikamettir."6

 

" Zahir uleması şeriata davet ederler ve evliya dahi zahir şeriata ve hem batın şeriata davet buyururlar. Evvela müritleri ve talipleri şeriat emirlerine teşvik buyurup sonra da Hakk Teâlâ'nın zikrine yol gösterip tekit ederler ki, bütün vakitlerde mürit kendini Allah'ın zikrine müstağrak (dalmış) ede. Bir dereceye kadar ki bu zikir kendini kaplayıp kalbinde mezkûru olan Allahu Teâlâ'dan başka bir şey geçirmeye ta ki mezkûrdan başka masivâyı hatırlamamalıdır. Böylece pir o müridi diriltmiş ve daimi hayata kavuşturmuş olur. Mürşitlerin hakka daveti Allah'ın bir rahmetidir. Ölmüş kalpleri diriltmesi dünya ehline emândır; ganimettir. "O veliler hürmetine halka yağmur ve rızık verilir." buyrulmuştur. O velilerin sözleri deva, bakışları şifâdır. Onlar Allah'ın yanında oturanlardır, onlar bir cemaattir ki, onlarla oturanlar şakî ve bunların dostları mahrum olmazlar. Bu taifenin gerçeğinin, bâtılcısından fark olunması için alâmeti şudur ki: Eğer bir kişinin şeriat üzere istikameti var ve meclisinde Allahu Teâlâ'ya kalbin meyil ve yönelmesi peyda olursa ve masivâdan soğukluk hissolunursa o kişi haklı ve gerçek bir velidir."7

 

" Ayet-i kerimede, 'Kabir azabını, tasdik ve kabul etmeğe erişebilmek ve kalpte itminan husule gelmesi için yolların en yakını Allahu Zülcelâl'i zikretmektir.' buyrulmuştur. Nazar ve istidlal yoluyla bu yüce konuya erişmek uzaksan da uzaktır."8

 

"Bu tarikin talibine gerektir ki, akaidini (inanışlarını) düzelttikten sonra zaruri olan fıkıh hükümlerini öğrenip onun gereğince amel eyledikten sonra bütün vakitlerini Allah'ın zikrine sarf eyleye; lâkin bir şartla ki o zikri, kâmil ve mükemmel olan bir şıhtan almış olmalı. Çünkü eksikten fayda görmez, vakitlerini bu söylediğimiz gibi zikir ile mamur ede ki farzların ve sünnet-i müekkedelerin edasından başka hiç bir amelle meşgul olmayıp ancak zikir yapmalı o kadar ki Kur'ân'ı okumayı ve nafile ibadetleri dahi durdura. Zikretmekte abdest de şart değildir.

 

Bir farisi beytin manası:

Zikir söyle ta ki zikir sana can ve hayattır.

Gönlün temizliği, Rahmân'ın zikrindendir.

 

O kadar zikre devamla meşgul olmalı ki, mezkûru olan Allahu Teâlâ'dan başka göğsünde ne varsa göçüp gitmeli ve batınında masivadan nam ve nişan kalmamalı. Ta ki hatıra kabilinden dahi masiva kalmamalı hepsini unutmalı, o zaman istediğine kavuşmanın başlangıcı müjdesi gelmiştir.9

 

"Bizim tarikimizde talim ve taallüm (okumak ve okutmak) zikirdir. Zikir şeriatımızın emirlerindendir ve gizli zikir, cehri zikirden efdaldir. Hadiste: 'Hafaza meleklerinin işitmediği zikir, işittikleri zikirden yetmiş defa üstündür.' buyrulmuştur. Ve o zikir, kalpten ve diğer latifelerden batının zikri olduğu malumdur ve rivayet edilir ki: Peygamberimiz (s.a.v.) bi'setten yani peygamberlik emri gelmeden önce zikr-i kalbiye iştigal üzere idi."10

 

Ahmed Amiş Efendi merhum demiş ki: "Ehlullah yanında kerametlerin ecelli ve azamı taatlerle telezzüz etmektir. Halvette ve kasvette ve her nefeste hazır olup Allah'ı zikreylemek kerametlerdendir. Cemi ahvalde Allahu Teâlâ'dan razı olmak kerametlerdendir. Varidat gelip inşirah hâsıl oldukça, vakar ve sekineti ziyade olup, edep ve hayâ üzerine olmak kerametlerdendir. En âlâ rızık manevî rızıktır. Bizi sevenleri sevenler imanlarını kurtarırlar, bizim lâfımız olduğu zaman sıkılıp kaçanlardan korkarız."

 

Mesnevî-i Şerif'ten alınan parçalar (Zikirle ilgili):

 

"Bend-ü kaydı kes (yani ipi, bağı kopar,) azat ol ey oğul, ne vakte kadar altın ve gümüşe bağlı kalacaksın?"

 

"Şad ol bizim aşkımız ki sevda ve muhabbeti hoş ve güzeldir,

Şad ol ey aşk ki cümle illetlerimizin tabibisin." Bu iki beyitte ilâhi aşkın ehemmiyeti izah edilmiştir. Bu aşk zakirlerde olur.

 

"Ey aşk: Sen kibir ve şöhretimizin ilâç ve çaresisin. Ey aşk! Sen bizim eflâtun ve calinusumuzsun."

 

"Eğer sen bil farz katı taş olsan bile sahip dile erişir isen kıymettar bir cevher olursun." Diye mürşidin ehemmiyeti beyan buyrulmuştur.

 

"Bu vadi ve dağlar arasında delilsiz gitme, halilullah olan Hazret-i İbrâhim gibi «Lâ ühübbül âfilin» söyle." Yani dünyada iken kendi fikrinle hareket etme. Bir arif mürşidin nasihat ve himmeti ile hareket et. Nasıl ki İbrâhim (a.s.) (En'am: 76)

 

فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا

 

ayet-i kerimesinde söylediği gibi.

 

"Âdemiyet, bir gözdür geri kalanı deridir posttur. Göz odur ki: Hakiki dostu görür."

 

"Şehir ve köy sahibi olan kimse, cisimlerin âmiridir. Amma gönül sahibi olan veli, kalplerimizin âmiridir."

"Göze görünmez noktada senin için yalnız bir akl-ı cüzi vardır. Sen cihanda bir akl-ı kâmil ara." Yani dünya işleri için her insanda akıl var ise de, hakikat ve ruhaniyeti bihakkın düşünen akl-ı kâmile sor öğren.

 

"Göğüslerde olan mürşitlerin sedaları başka sabit bir hassaya maliktir ki onun nefesinin aksinden sur üflemek gibi olur."

 

"Pir ve mürşidi ihtiyar et ve seç zira pirsiz bu sefer yani yolculuk pek çok bela ve korku ve tehlike ile doludur."

 

"Her nebi ve her velinin bir mesleği vardır. Fakat o meslek, salik-i Hakk'a isal (yani kavuşturduğundan) ettiğinden cümlesi bir demektir."

 

"Ey ehl-i safa olan sofi, candan Allah'a Hû de. Ey ehl-i vefa olan âşık, candan Allah'a Hû de."

 

 

"Zikrullaha devam ve iştigal hayırlı amellerin hepsinden efdal ve ekmeldir. Hiç bir kimse zikirde devamsız olarak Allah'a erişmemiştir. Zikir üç kısımdır.

Birincisi: Kalbin inzimamı yani eklenmesi beraber olmadığı halde yalnız lisan zikridir, bu değer ve itibardan sakıttır yani düşmüştür. Zira gafilin sözü, uyuyanın sözüne benzer.

İkincisi: Dil eklenmeksizin yalnız kalben yapılan zikirdir bu ise salik ve müptediye çok faydalı, gayeye erişmeye çok yakındır.

Üçüncüsü: Kalp ve lisanla birlikte yapılan zikir olup bu zikir efdaldir ve nurun alâ nurdur."11

 

"Salikin devam üzerine zikri, müshil ilâcı içmek gibidir ki bu ilâcın karındaki bütün yaramazları temizlediği gibi devamlı zikir de nefisten ve tabiattan ileri gelen fasit yani bozuk maddeleri giderir ve çıkarır. İnsanın içini, batınını dünya garazlarından ve manevî hastalıklardan ve pisliklerden temizleyip masivaya ait eser bırakmaz zira masiva zulmet, zikrullah nurdur. Güneş doğumu ile gecenin karanlığı bütün bütün zail olduğu gibi zikrin nuru ile de şer zulmeti dağılır mahvolur ve buna 'tecelli-i sabah' derler. Zikir devamlı olmayıp da arada kesilirse kastedilen mana husule gelmez. Devamlı zikir, masivayı unutarak gece ve gündüz zikrullaha devam etmektir. Hazret-i Âişe (r.a.) Validemiz demiştir ki: 'Resûlullahın (s.a.v.) zikretmediği vakit yoktur.'"12

1 A.g.e., C. 2, 37. Mektuptan.

2 A.g.e., 47. ve 50. Mektuplar.

3 A.g.e., 52. Mektuptan.

4 A.g.e., 54. Mektuptan.

5 A.g.e., 57. Mektuptan.

6 A.g.e., 65. Mektuptan.

7 A.g.e., 92. Mektuptan.

8 A.g.e., C. 3, 35. Mektuptan.

9 A.g.e., 83. Mektuptan.

10 İmam-ı Rabbani Hazretleri'nin mahdum-u mükerremleri İmam Muhammed Masum Hazretleri'nin 106. Mektubundan.

 

 

11 Erriyazu't-Tasavvufiye, S. 78, Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin

12 Şerh'ül Usul'ül-Aşere, Bursalı İsmâil Hakkı Hazretleri tarafından Türkçeye çevrilmiş tercümesi, S. 50

 

Gezi