Buradasınız: Ana Sayfa / Sohbetler / Allah'ı Niçin Anıyoruz / Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 5

Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 5


"Zaruri olarak bana zahir oldu ki, insan bedenden ve kalpten halk olunmuştur. Kalpten maksadım: Allah'ı tanımağa mahsus bir yer olan ruhun hakikatidir. Yoksa ölülerle, hayvanlarla müşterek olduğu et ve kan değildir. Bedenin sıhhat hâli var ki saadeti ona bağlıdır, hastalık hâli vardır ki helakine sebep olur. Kalbinde böylece sıhhat ve selâmeti vardır. İnsanlar içinde ancak selim bir kalp ile Allah'ın huzuruna gelen, necat bulur. Kalbin hastalığı da vardır ki, insanın uhrevî, ebedî helakine sebeb olur. Nitekim Cenâbı Hak Kur'ân-ı Kerim'de böylelerinden bahsederken: 'Kalplerinde hastalık vardır.' buyurmuştur. Allah'ı bilmemek kalbin öldürücü zehridir. Nefsin arzularına uyarak Allah'a asi olmak onu hasta eden illettir. Allah'ı tanımak diriltici panzehiridir. Nefsin arzularına muhalefet ederek taatte bulunmak, şifa veren ilacıdır. Bedende olduğu gibi, kalbin hastalığını gidermek, onu sıhhate kavuşturmak ancak ilâçlarla olur. Kullanılan ilâçlar kendilerindeki hassa ile sıhhati yerine getirirler, bu hassalar akıllı kimselerin akıl sermayeleriyle idrak olunamaz. Nübüvvet hassasıyla eşyanın hassalarına vakıf olan, peygamberlerden öğrenmiş olan tabipleri taklit etmek lâzım gelir.

 

 

Bunun gibi zaruri ilim ile bana malûm oldu ki, Peygamberler tarafından miktarları belli edilen ibadet ilaçlarının da tesirleri, akıllı kimselerin akıl sermayesiyle idrak olunamaz. Bu hususta akıl sermayesi değil Nübüvvet nuru ile idrak eden peygamberleri taklit etmek lâzım gelir. Maddi ilaçların muhtelif maddelerden mürekkep oldukları gibi tesirlerine göre miktarlarının da muhtelif olması icap etmiştir. Kalp hastalıklarının ilacı olan ibadetler de böyle çeşitli ve miktarı başka başka olan bir takım hareketlerden ibarettir. Secde, rükûun iki mislidir. Sabah namazı ikindi namazının yarısıdır, böyle olmasında ilâhi bir sır vardır. Bu sır ancak nübüvvet nuru ile seçilebilen hassalar kabilindedir. İbadetlerin bu durumları için akıl yolu ile hizmet ve sebep arayanlar veya ilahi sırra müstenit olmayıp, tesadüfî bir şey olduğunu zannedenler hamakat ve cehillerini belirtmişlerdir. Hülâsa: Peygamberler, kalp hastalıklarının tabipleridir.

 

Nübüvvete inanmak, akim ötesinde bir lem'in varlığını kabul etmektir ki, aklın idrak edemeyeceği bazı şeyleri idrak edecek bir göz açılır. Kulak, renkleri – göz, sesleri ve bütün hassalar makulâtı idrak edemediği gibi, o göz ile idrak olunanlar da akıl ile idrak olunamaz.

 

 

Nasıl olur da mucizeleri zahir, yalan söylediği asla işitilmemiş sadık peygamberin sözlerinden öğrendiği bu gibi şeyleri inkâr edebilir? Felsefeci dese ki: Senin bu elediklerini tecrübe etmedim, var olduğunu ne bileyim?

 

 

Derim ki: Yalnız şahsen tecrübe ettiklerinle kaima, tecrübe edenlerin hikâyelerini işittin, onları taklit et. Evliyanın sözlerini dinle, onlar denediler, şer'in bildirdiği bütün şeylerde Hakk'ı müşahede ettiler. Onların yolunda yürü, sen de onların gördüklerinin bazısını müşahede ile idrak edersin. Şunu da ilâve edeyim ki, her ne kadar bu hususta tecrüben yoksa da tasdik etmek ve uymak lâzım olduğunu aklın kabul etmelidir. Bir adam farz edelim ki, erginlik çağına geldi fakat henüz tecrübe sahibi değil. Bu adam hastalandı, babası şöhret sahibi ve şefkatli bir doktordur. Babası ona tertip etmiş 'seni bu ilâç bu dertten kurtarır demiş', şimdi bu çocuk ne yapmalıdır? İlâç fena kokulu ve acıdır diye içmemeli mi? İçmeli mi? 'İlâcın hastalığımı iyi edeceğini aklım kabul etmiyor, tecrübe etmedim.' mi demeli. Böyle yaparsa onun ahmak olduğunda hiç şüphe yok. Eğer, Peygamberin şefkatini ve manevî tıp sayılan ibadetlerin hassalarına vakıf olduğunu neyle bileyim dersen, derim ki:

 

 

Babanın şefkatini nasıl bildin? Bu maddi ve mahsup bir şey değildir. Fakat babanın halleri karinesiyle, sana karşı olan hareketlerinin şahadetiyle böyle bildin. Bu haller ve hareketler sende zaruri bir ilim husule getirdi, bunda asla şüphen yok. Bir kimse Allah elçisinin sözlerine, kitaplarda haber verildiği üzere insanlara doğru yolu nasıl gösterdiğine, halkı gayet yumuşaklık ve iyilikle ahlâklarını güzelleştirmeğe, kavgalı ve dargın kimseleri barıştırmağa teşvik ettiğine, elhasıl Din ve dünyalarını düzenleyecek şeylere davet etmek hususundaki ithamına bakarsa, o büyük zatın ümmetine karşı şefkatinin; bir babanın çocuğuna karşı olan şefkatinden daha büyük olduğuna dair kendisine zaruri bir ilim hâsıl olur.

 

Yine o kimse, Hz. Peygamberin (s.a.v.) dikkati çeken işlerine, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmiş olup, onun lisanıyla haber verilen ve hadislerde ahir zamanda zuhur edeceği bildirilen gayba ait şeylerin dediği gibi çıktığına bakarsa... Zaruri ilim ile anlar ki, 'O' akim üstünde bulunan bir duruma ermiştir. Kendisinde manevî bir göz açılmıştır ki, onunla ancak Allah'a ermiş kimselerin idrak edebileceği gaybî ve aklın eremeyeceği şeyleri görüyor. İşte Peygamberin doğruluğuna zaruri ilim tahsil etmenin yolu budur. Tecrübe et, Kur'ân'ın manasını iyi anlamağa çalış, hadisleri mütâlaa et. Bunu çok açık olarak anlarsın."1

 

"Bütün ibadetlerin özü ve aslı Allahu Teâlâ'yı hatırlamaktır. İslâm'ın direği namazdır ve namazdan da maksat, Allahu Teâlâ'yı zikir ve anmaktır. Nitekim Allahu Teâlâ Hazretleri buyuruyor: Muhakkak ki namaz, insanı çirkin ve kötü şeylerden uzaklaştırır ve muhakkak ki Allah'ı (c.c.) zikir daha büyüktür. (Ankebut: 45) Kur'ân-ı Kerim okumanın ibadetlerin en faziletli olmasının sebebi, Allahu Teâlâ'nın kelâmı, sözü olması ve Allahu Teâlâ'yı hatırlatıcı bulunması ve içerisindekilerin hepsinin Allahu Teâlâ'yı anmayı, hatırlamayı tazelemesi ve yenilemesidir.

 

Oruçtan maksat, şehvet ve arzuları kırmaktır. Böylece şehvet, istek ve sıkıntılarından kurtulup, kalp temizlenir ve zikredilecek yer olur. Kalp, arzularla dolu olunca zikir etmesi mümkün olmaz ve zikir ona tesir etmez.

 

Beytullah'ı (Kâbe'yi) ziyaret olan haccdan maksat, hane sahibini hatırlamak ve O'nu görmeyi ve O'nunla görüşmeyi candan istemektir. Demek ki bütün ibadetlerin başı ve aslı zikirdir. Zaten Müslüman olmak için, «Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Resûlullah» kelimesini söylemek lâzımdır. Bu ise; zikrin, Allahu Teâlâ'yı anmanın ta kendisidir.

 

Diğer bütün ibadetler bu zikri kuvvetlendirmek içindir. Allahu Teâlâ'nın seni anması, senin O'nu anmanın neticesidir. Bunun için Allahu Teâlâ; 'Beni anınız ki, ben de sizi anayım.' buyuruyor. Bu hatırlamak devamlı olmalıdır. Devamlı olmazsa, ekseri hallerde olmalıdır. Çünkü kurtuluş buna bağlıdır. Bunun için Allahu Teâlâ 'Kurtulmak istiyorsanız Allahu Teâlâ'yı çok zikrediniz.' (Cuma: 10) buyuruyor. Kurtuluş ümitinin anahtarı, az değil çok zikretmek; az halde değil, birçok hallerde zikretmektir. Yine bunun için buyurdu: 'Ayakta, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allahu Teâlâ'yı zikredenler' bu ayet-i kerime; ayaktayken, otururken ve yatarken Allahu Teâlâ'yı hiç unutmayan insanları övmektedir. Allahu Teâlâ buyurdu: 'Rabbini kendinde (nefsinde) tazarru ve korkarak ses ile olmaksızın sabah ve akşam zikret, hiç bir zaman ondan gafil olma' (Araf: 205). Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.): 'İşlerden hangisi faziletlidir?' diye sordular. Buyurdu ki: 'Öldüğün zaman dilinin, Allahu Teâlâ'nın zikri ile yaş olmasıdır.' Yine buyurdu: 'İşlerinizin en iyisinden, Allahu Teâlâ indinde en makbulünden, derecelerinizin en yükseğinden, altın ve gümüş sadaka vermekten daha üstün olandan ve sizin boyunlarınızın vurulduğu ve boyunları vurduğunuz düşmanlarla Allah yolunda cihat etmekten daha iyi olan amelinizden size haber vereyim mi?', 'Ya Resûlullah o nedir?' dediler. 'Zikrullahtır, yani Allahu Teâlâ'yı hatırlamaktır.' (Zikir) buyurdu.

 

Ve yine buyurdu: 'Gafillerin arasında Allahu Teâlâ'yı anmak, ölüler arasında canlı gibi, kuru ağaçlar arasında yeşil ağaç gibi, harpten kaçanlar arasında harp eden asker gibidir'.

 

Muaz ibn-i Cebel R.A. diyor ki: 'Cennette olanlar dünyada iken Allahu Teâlâ'yı zikretmeksizin geçirdikleri bir an için üzülmekten daha çok bir şeye üzülmezler'.

 

Zikrin hakikati, 4 derecesi vardır:

1- Dilin zikri olup, kalbin gafil olmasıdır. Bunun tesiri azdır. Fakat tamamen tesirsiz de değildir. Çünkü hizmet ile meşgul olan dil, lüzumsuz şeylerle vakit geçiren ve hiç bir şey söylemeyen dilden daha üstündür.

2- Kalbin zikridir. Fakat kalbe yerleşmiş ve devamlı olmamıştır. Ancak uğraşarak kalbe yaptırabilir, bu uğraşma ve gayret olmazsa gaflet ve düşünce sebebi ile kalp eski haline döner.

 

3- Zikrin kalpte yerleşmesi, kalbi kaplaması ve devamlı olmasıdır. Ancak uğraşarak kalbe başka şey getirilebilir. Bu büyük bir iştir.

 

4- Zikrolunan (Mezkûrun) kalbi kaplamasıdır. Bu ise Allahu Teâlâ'dır, zikir değildir. Kalbi dostun tutması ile kalbin dostu zikretmesi arasında çok fark vardır. En yüksek derece, zikrin ve haberi olmanın kalpten gitmesi yalnız zikrolunan kalmasıdır. Çünkü zikir ya Arapça olur ya Acemce (Arapçadan başka dillere Acem denir.) olur. Bunların ikisi de kalbin konuşmasından hariç olmaz. Hatta konuşmanın kendisi olur. Asıl olan; Kalbin Arapça ve Acemce konuşmadan kurtulması ve etrafında dolanan hiçbir şeye yer vermemesidir. Bu ise hakiki aşk denen aşırı sevginin neticesidir. Âşık ise bütün cömertliğini maşukuna saklar, hatta onunla olan meşguliyet sebebi ile isminin unutulmasını ister. Sevgiye böyle gömülünce, kendi ve Allahu Teâlâ'dan başka olan her şeyi unutur. Tasavvuf yolunun başlangıcında kavuşur. Mutasavvıflar bu hale 'Fenâ' derler, yokluk derler yani kendini hatırlatan her şey yok olmuştur. Kendisi de yok olmuştur. Zira kendini de unutmuştur.

 

Allahu Teâlâ'nın öyle âlemleri vardır ki, bizim onlardan hiç haberimiz yoktur, onlar bizim için yok sayılır. Bizim için var olanlar, haberimiz olan şeylerdir. Bizim bildiğimiz âlemleri bir kimse unutursa, onlar da yok olur. Kendi benliğini unutursa, o da kendisi için yok olmuş olur. Allahu Teâlâ'dan başka onunla bir şey kalmazsa, onun varlığı Hakk'la olur. Şöyle ki: baktığın zaman göklerden, yerden ve onlarda bulunanlardan fazlasını görmezsen âlem bundan fazla değildir, hepsi budur dersin. Bu kimse de Allahu Teâlâ'dan başka hiç bir şey görmezse, her şey O'dur. O'ndan başkası yoktur der. Bu makamda bulunmakla onunla Allahu Teâlâ arasında bir ayrılık doğar ve birlik hâsıl olur. Bu tevhit âleminin ve vahdaniyetin başlangıcıdır. Yani ayrılık haberi duyulur ki, onu Allahu Teâlâ'dan uzak eder. O ise bunu anlamaz. Çünkü ayrılığı, iki şeyi bilen kimse bilir. Kendini ve Allahu Teâlâ'yı. Bu ise bu halde iken kendini bilmiyor, birden başka bir şey tanımıyor. Ayrılığı nasıl bilsin. Bu dereceye ulaşınca, melekûtta olanlar ona gösterilmeye başlar, meleklerin ve peygamberlerin şekillerini güzel suretlerde ona gösterirler, Allahu Teâlâ'nın dilediği her şey görünmeye başlar. Öyle büyük hallere kavuşur ki, anlatmaya gelmez. Kendine gelince, bazen vaki olanların eserleri kendisinde kalır. Ve o halleri istemesi kendisini kaplar, dünya ve dünyada olanlar ve insanların bulunduğu yerler, şeyler kalbine iyi gelmez, insanlar arasında bulunduğu halde, kalben onlardan uzaktır. Dünya işleri ile meşgul olanların hallerine şaşar, onlara rahmet nazarı ile bakar. Çünkü ne büyük bir işten mahrum kaldıklarını bilir. İnsanlar ise, onun dünya ile meşgul olmamasına gülerler, hatta yakında aklını kaçıracağını sanırlar. Fenâ ve yokluk makamına ulaşmayan haller ve keşiflere kavuşmayan kimseyi zikir kaplarsa, bu da kimyay-ı saadet olur. Çünkü zikir kaplayınca, muhabbet ateşi o kimseyi istilâ eder, hatta öyle olur ki, Allahu Teâlâ'yı bütün dünyadan ve içinde olanlardan daha çok sever.

 

Saadetin aslı, ölümle Allahu Teâlâ'ya dönerkendir. Allahu Teâlâ'yı müşahede, lezzet-i kemali, muhabbet miktarıncadır. Mahbubu dünya olanlar; yani dünyayı sevenler, dünyaya âşık oldukları için ondan ayrılırken üzülür ve yanarlar. Müslümanlık unvanında bunu anlatmıştık.

 

Bir kimse çok zikir eder de sofilerde hâsıl olan hallerden bir şey hâsıl olmazsa, zikre devam etmeli bu halleri talep etmeyi bırakmalıdır. Çünkü saadete kavuşmak yalnız bununla değildir.

 

Kalp zikir nuru ile süslenince saadetin en büyüğü ele geçmiş demektir. Bu dünyada görünmezse, öldükten sonra görünür. Kalbi Allahu Teâlâ ile bulundurmak için onu daima murakabe etmeli, hiç unutmamalıdır. Çünkü devamlı Allahu Teâlâ'yı zikretmek, hatırlamak, Allahu Teâlâ'nın melekûtundaki şaşılacak şeylerin anahtarıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): 'Cennet bahçelerinde durup seyretmek isteyen, Allahu Teâlâ'yı çok zikretmelidir.' hadis-i şerifinin manası budur.

 

Kısaca bu anlattıklarımızdan, bütün ibadetlerin özünün zikr olduğu anlaşıldı. Hakiki zikir, bir emir veya yasakla karşılaştığı zaman Allahu Teâlâ'yı hatırlamaktır. Karşılaştığı günah ise elini çekmeli, emir ise yapmalıdır. Eğer zikri bunu yaptırmıyorsa, hayaldir. Ve işin aslını anlamamıştır.

 

Tehlil, tesbih, tahmid, salâvat ve istiğfarın üstünlüğü başlıklı faslında, İmamı Gazali Hazretleri diyor ki: "Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor. 'Kulun yaptığı her iyilik, kıyamet günü teraziye konur, yalnız «Lâ ilahe illallah» kelimesi konmaz. Eğer onu teraziye koysalar, 7 kat göklerden, yerden ve içinde olanlardan ağır gelir.' Yine buyurdu: '«Lâ ilahe illallah» diyen, dediğinde sadık ise, yeryüzündeki topraklar kadar günahı da olsa affedilir.' ve yine buyurdu: '«Lâ ilahe illâllahü vahdehu lâ şerike lehu, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir» tehlilini her gün 100 defa söyleyen, 10 köle azat etmiş gibidir. Defterine 100 iyilik yazılır ve defterinden 100 kötülük silinir. Akşama kadar bu cümle onu şeytandan korur.' buyurdu."2

 

"Bu kelimeyi kim söylerse, İsmail (a.s) oğullarından 4 köleyi kölelikten azad etmiş gibi olur. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: 'Günde 100 defa «Sübhanallah ve bihamdihi» diyenin bütün günahları affolur. İsterse denizin köpüğü kadar fazla olsun.' ve yine buyurdu ki: 'Her namazdan sonra 33 defa «sübhanallah», 33 defa «Elhamdülillah», 33 defa «Allahüekber» deyip «Lâ İlahe İllâllahü Vahdehu lâ şerike lehu Lehülmülkü velehül hamdü ve hüve ala külli şeyin kadir», sözü ile yüze tamamlayanın bütün günahları affedilir, isterse denizköpüğü kadar çok olsun.'

 

Derler ki, Peygamberimiz (s.a.v.)'in huzuruna bir kimse geldi: 'Dünya beni terk etti, elimde bir şey kalmadı, fakir ve aciz oldum, ne yapmam lâzım?' diye sordu. Buyurdu ki: 'Meleklerin salâvat ve mahlûkatın tesbih ile rızıklarını bulduğu şeyi bilmiyor musun?', 'O nedir Ya Resûlullah?' dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu. '«Sübhanallahil azim, sübhanallahi ve bi hamdihi, Estağfirullah». Her gün bunları sabahlan namazdan önce ve sabahtan sonra 100 defa söyle, dünya istesen de, istemesen de yüzünü sana döner ve Allahu Teâlâ bir kelimeden bir melek yaratır, kıyamete kadar tesbih söyler ve sevabı sana olur.'

 

Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu: 'Devamlı olan salih ameller bu kelimelerdir: «Sübhanallah, velhamdülillâh ve lâ ilahe İllâllahu vallâhu ekber». Yine buyurdu: 'Ben bu kelimeleri söylemeyi, gök kubbe altında olan her şeyden daha çok severim'. Ve yine buyurdu: 'Allahu Teâlâ'nın indinde en sevgili sözler bu dört kelimedir'. Ve yine buyurdu: 'İki kelime vardır, dilde hafif, terazide ağırdır ve Allahu Teâlâ'nın indinde pek sevgilidir: «Sübhanallahi ve bihamdihi.»'

 

Fakirler, Peygamber Efendimize (s.a.v.) dediler ki: 'Zenginler âhiret sevabının hepsini götürdüler, bizim yaptığımız her ibadeti onlar da yapıyorlar, onlar ise sadaka da veriyorlar, biz veremiyoruz.', 'Sizin fakirlik sebebi ile her tesbihiniz, tehliliniz ve tekbiriniz sadakadır, yaptığınız her emr-i maruf ve nehy-i münker sadakadır, eğer sizden biriniz ehlinin ağzına bir lokma koyarsa sadakadır'. Fakirlerin söylediği tesbih ve tahmidin faziletinin daha fazla olmasının sebebi, fakirlerin kalplerinin dünya zulmeti ile kararmamış, bilakis çok parlak olmasındandır. Onun söylediği bir kelime, temiz toprağa atılmış bir tohum gibidir. Tesiri çok olur, meyvesi fazla olur. Dünya arzuları ile dolu olan bir kalpteki zikir, çorak araziye atılmış tohum gibi olup tesiri az olur.

 

Kimyay-ı Saadet'in virdlerin sırası faslında: "Vel Asr Suresinin izahı ile başlayarak: 'Asra yemin olsun ki, insan zarardadır. Ancak iman edenler ve salih emeller işleyenler... O, sermayesi buz olan bir kimseye benzer ki yaz ortasında buz satar ve ey Müslümanlar, sermayesi erimekte olana acıyınız.' der. Bunun gibi insanın ömür sermayesi erimektedir. Çünkü nefesleri Allahu Teâlâ'nın ilminde sayılıdır. O halde bu işin ehemmiyetini anlayan nefeslerini gözetir. Ve bilir ki her bir nefesi saadet-i ebediyyeyi ele geçiren bir cevherdir. Bir kimsenin altın ve gümüşten olan sermayesinden daha çok, bunu sevmesi, buna eğilmesi lâzımdır. Nefeslerin kıymetini bilmek de gündüz ve gece vakitlerini hayra taksim edip, her şeye bir vakit ayırmakla olur. Bunun için virdler konmuştur. Virdin konmasının esas sebebi, boş vakit geçirmemektir. Çünkü âhiret saadetine kavuşanların bu dünyadan giderken, Allahu Teâlâ'yı ünsiyetle ve onun sevgisi ile dolu kimseler olduğunu anlamışlardır. Ünsiyet ise, zikre devamsız olmaz. Muhabbet de marifetsiz bulunmaz. Marifet ise, yarattıklarındaki incelikleri ve intizamı düşünmeden ele geçmez. O halde zikre ve fikre devam, saadete kavuşmanın esasıdır. Dünyayı, şehveti, arzuları ve günahları terk etmek zikir ve fikrin iyi ve rahat olması için lâzımdır.

 

Zikre devamın iki yolu vardır: Biri, dil ile değil kalp ile devamlı Allah Allah demektir. Hatta kalp ile söylemeli, çünkü o da kalbin konuşması olur. Belki hiç unutmayacak şekilde daima müşahedede olmalıdır. Fakat bu çok zordur. Herkes kalbini bir halde ve bir şekilde tutamaz, birçokları bundan sıkılır. Sıkılmamak için çeşitli virdler koymuşlardır. Bazısı beden ile olur, namaz gibi, bazıları dil ile olur; Kur'ân-ı Kerim ve tesbih okumak gibi, bazısı da kalp ile olur; tefekkür gibi, böylece her vakitte ayrı bir şeyle meşgul olur. Bir halden bir hale geçtiğinde sakin ve üzüntüsüz olur. Bunun yanında dünya işlerinden yapması zaruri olanlar için de zaman vardır. Maksat şudur ki bütün vakitlerini ahiret işine veremiyorsa, hiç olmazsa çoğunu vermelidir... O halde vaktin çoğunu din işlerine ayırmak lâzımdır. Dünya işlerini buna bağlı kılmalıdır. Bunun için Cenâb-ı Hakk Peygamberimize (s.a.v.) buyurdu: 'Gecenin kısımlarında tesbih eyle, gündüz vakitlerinde de böyle yap, umulur ki senden razı olunur.' Ve yine buyurdu: 'Sabah akşam Rabbinin ismini zikret, gece vakti ona secde eyle ve uzun gecelerde onu tesbih eyle.' (Dehir: 129) Ve yine buyurdu: 'Müminlerden öyleleri vardır ki, gecenin az bir kısmında uyurlar.' Hepsinde de vaktin çoğunun, Allahu Teâlâ ile geçirileceğine işaret olunmaktadır. O halde bunları gece ve gündüze taksim etmekten başka çare yoktur."3

 

"Sabahın farzını kılınca güneş doğuncaya kadar oturmalıdır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.): 'Güneş doğuncaya kadar mescitte oturmayı, 4 köle azat etmekten daha çok severim.' Güneş çıkıncaya kadar 4 çeşit zikirle meşgul olmalıdır.' buyurdu."4

 

"İkindi namazını bitirince söylediğimiz şeylerden başkası ile meşgul olmamalıdır. Çünkü bu vaktin fazileti, sabah vaktinin fazileti gibidir.'

 

Abdestli yatmalı... Uykuya dalarken abdestli ve zikir üzere olmalıdır. Böyle yapan bir kimsenin ruhu Arş'a götürülür ve uyanıncaya kadar namaz kılanlardan sayılır."5

 

3'ncü Vird : "Teheccüddür. Bu, gece yarısında kalkıp kılınan gece namazıdır. Gecenin sonuna doğru kılınan 2 rekât namaz, diğer vakitlerdeki çok namazlardan üstündür. Bu vakitte kalp, dünya meşgalesinden uzak olup saftır. Aynı zamanda rahmet kapıları da açık olur. Geceyi ibadetle geçirmek hakkında hadis-i şerifler çoktur. İhya kitabımızda yazdık."6

 

"Bir gün bir gece ibadetleri yapınca, ölünceye kadar her günü böyle geçirmelidir. Eğer böyle yapmak zor gelirse, uzun emellere kapılmayıp, kendine: 'Bu gün bunu yapayım, belki gece ölürüm, bu gece bunu yapayım, belki yarın ölürüm.' demelidir. Her gün böyle yapmalıdır. Devam etmekten sıkılırsa, bilmiş olsun ki kendisi yolcudur, asıl vatanı âhirettir. Yolda gurbet sıkıntıları çok olur, fakat bu yolculuk çabuk geçip, asıl vatanında rahata kavuşacağını düşünerek teselli bulmalıdır. Ömrün, ebedî hayata nispetle ne kadar olduğu meydandadır. Bir kimse, 10 sene rahat etmek için bir sene sıkıntı çekse buna şaşmaz. O halde, bir kimse 100.000 sene ve hatta sonsuz bir rahatlık için 100 sene sıkıntı çekse ne için şaşılsın."

1 El-Munkiz-ul Mine'd Dalâl Tercümesi, S. 59

2 Kimyay-ı Saadet, "Allahu Teâlâ'yı Zikir" başlı fasılda

3 Sahih-i Buharî

4 Kimyay-ı Saadet, "Gündüz Yapılan Virdler" başlıklı bahiste

5 A.g.e., 5'nci Vird bahsinde

6 A.g.e., 3'ncü Vird bahsinde

Gezi