Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 20
Bu kitabın yazılmasına sebep, bazı zahir hocalarının tasavvuf erbabına ve zikir ehline hücûmlarıdır. Şimdi İmam-ı Gazali Hazretleri bunlara temas ederek mağrur olan sınıflar faslında "Birinci sınıf: ilmi ile mağrur olan ulema." dedikten sonra buyurmuş ki: "Bunlardan bir fırka şer'i ve akli ilimlerde muhkem hale gelirler, derinliğine meşgul olurlar. Fakat azalarını araştırmak ve bu uzuvlarını günahlardan muhafaza ve onları taatle ilzam etmek cihetlerini ihmal ederler. Zannederler ki, bu zahir ilimle ilmin sonuna erdiklerini, Allah'ın bunları azap etmeyeceğini, halk hakkında şefaatlerini kabul edeceğini, günah ve hatalarından hesaba çekilmeyeceklerini sanırlar. Hâlbuki bunlar çok aklanmışlardır. Çünkü bunlar basiret gözü ile baksalar, muhakkak bilecekler ki; ilim iki türlüdür; biri ilmi muamele, diğeri mükaşefe ilmi ki Allahu Teâlâ'yı ve sıfatlarını bilme ilmidir. Muamele ilmini bilmek muhakkak lâzımdır ki, Helâl ve haram ve nefsin iyi ve kötü ahlâkı bilinsin. Fakat bununla iş tamam olmaz. Bunun benzeri, başkasını tedavi eden doktor gibidir. başkasını tedavi ediyor lâkin kendisi de hasta olduğu halde kendini tedavi etmiyor. İlaçlar, nasıl kullanılacağını bilmekle fayda vermez meğerki kullanılsın. Perhiz yapıp sonra ilacı içerse o zaman fayda görür ve bu zahir uleması ilmi ile amil olmadıkça. (Şems: 9-10)
قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا (١٠) وَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا
ayet-i kerimesinden gafil olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk bu âyet-i kerimede 'nefsini temizleyenler kurtuldu' buyurmuş da, tezkiyeyi bilenler kurtuldu dememiştir. Yani bilmek kâfi olmayıp, amel edip temizlenmek şart kılınmıştır. Yine şu hadis-i şeriften de gaflet, etmişlerdir. (s.a.v.) Efendimiz: 'Her kimin ilmi artar da bunun meyvesi olan hidayeti artmazsa onun ancak Allah'tan uzaklaşması artar.' buyurmuş ve şu hadisten gafildirler: 'Kıyamet günü insanların azabı en şiddetli olanı, ilminden faydalanmayan âlimdir.' buyrulmuştur. İşte bu âlimler mağrurdur, aldanmışlardır. Böylelerinin hallerinden Allah'a sığınırız. Bunlara dünya muhabbeti ve nefislerini sevmek ve nefsin rahat talebi galebe etmiştir; amelsiz olarak ilimlerinin kıyamet günü kendilerini kurtaracağını zannederler.
Bunlardan bir kısmı da: İlim sahibi olup ve amel de ederek zahir günahları terk etmişlerdir. Fakat kalplerinden gafillerdir. Kalplerinde sıfat-ı mezmumeyi yani kötü sıfatları mahvetmemişlerdir: Kibir, riya, haset, baş olma sevdası ve yücelik arzusu, arkadaşlarına kötülük yapmak arzusu ve şöhret talebi gibi kötü sıfatlardan kurtulmamış ve (Şuara: 89)
إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
ayetinden gafil kalmışlardır. Bunun misali, uyuz hastalığına tutulan kişiye doktor, dıştan sürülecek ilaç ve içten de içilecek ilaç verdiği halde hasta; dıştaki merhemi sürüyor, içten tesir edecek zahiri temizleyecek ilâcı içmiyor. Bu kişi hastalıktan kurtulmadığı gibi bu âlimler de kurtulamaz. Ashab-ı Kiram'ın tevazu, tezellül ve fakir meskenetlerinden gafil olmuşlardır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) Şam'a girerken şatafatlı elbise giymesini isteyen etrafındakilere: 'Biz bir kavim ve milletiz ki, Allah bizi İslâmiyet'le aziz kıldı. İslâm'dan başka yerden izzet istemeyiz.' Buyurmuştur, bunu düşünmezler. Buna rağmen hem zahirde amel, hem de batınlarını tasfiyeye gayret etseler dahi bunların bir kısmında, kalp köşelerinde şeytan ve nefsin gizli hileleri ve hud'aları kalır, bunun farkına varamazlar, ihmal ederler bunları temizleyecek seyr-i sülûk ve zikrullahdır. Ancak dünyada fayda verip âhirette faydası olmayacak, ilimle uğraşmaktansa kalplerini tasfiye ile uğraşsalar daha hayırlı olur.
Mağrur yani aldanan fırkanın bir diğeri de şudur: Tarika sülûk etti, marifet kapıları açıldı, marifetin mebadisinden; yani başlangıcından koku duydu. Bundan hayretlere düştü, çok ferahladı ve bu yoldaki garip hallerden hayretler etti. Kalbi bu keşiflere bağlandı ve kafası da bunları düşünmekle meşgul oldu. Bu keşif kapılarının kendisine açılıp diğerlerine kapalı kalmasını tefekküre daldı. İşte bu hal de bir aldanmaktır. Çünkü Allah tarikinin acaibi sonsuzdur. Her acaip hal ve keşifte kafası oraya bağlanan kişi yoldan kalır, adımı kısalır. Maksat ve gayeye erişmekten mahrum olur. Bunun misali şöyledir: Bir kimse padişahla görüşmeğe gidiyor. Saray Kapısından girince saray bahçesine rastlıyor orada ki güzel çiçekleri, tarkları, nurları hiç görmemiş ve mislini de görmemiş olduğundan bunlara daldı bakmakla vaktini geçirdi. Padişahın kabul saati doldu. Görüşmeden döndü hüsrana uğradı.
Yine bu ehl-i tarikten bir fırka da yolda rastladığı nurlara aldanmadı geçti ve Allah'ın yol atiyyeleri ile bağlanıp kalkmadı. Ciddiyetle yola devam etti. Fakat vuslat yaklaşınca gördüklerini vuslat zannetti. Orada durakladı. Orayı geçemedi; bunlar da aldanmışlardır. Allahu Teâlâ'nın nur ve zulmetten yetmiş hicabı olup bu hicablardan birini geçip diğerine erişen salik, vuslat ettim sanır. İbrâhim (a.s.)'ın halini hikâye eden (En'am: 76)
فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا
ayet-i kerimesi bu makamı haber veriyor. Kul ile Rab arasındaki ilk hicap nefsidir. Natka emri Rabbani azimdir. Ve Allah'ın nurlarından bir nurdur. Bundan kastımız kalbin sırrıdır. O sırda Hakk'ın hakikati tecelli eder. Onu taşımaya bütün âlem dayanamaz ve sırrı kalp hepsinin suretini ihata eder, o takdirde kalbin nuru işrak-ı azim ile işrak eder. Bütün mevcudat hakikati ile onda zahir olur. Hâlbuki o salik işin bidayetinde mahcuptur, perdelenmiştir; lambayı fenerin örttüğü gibi. Vaktaki Hakk'ın nuru tecelli edipte kalbin cemali, (nuru İlâhinin işrakından sonra) inkişaf ettiğinden kalp sahibi olan mürit kalbine baktığında çok üstün ve faik cemal görerek hayret ve dehşete kapılır ve bazen «En'el-Hak» der. Bunun ötesine terakki edemez ve geçemezse ve o makamda kalırsa helak olur. Binaenaleyh tarikin sülûkundaki aldanmalar sayılamayacak kadar çoktur. Bütün gizli ilimleri şerh edip açmaya da ruhsat yoktur."1
İmam Abdülvehhap Eş-Şarani (r.a.) "Letâifül-mi-nel ve'l-ahlâk" kitabının ikinci sahifesinde kitabı yazmasının sebebini açıklarken 3'ncü sebep olarak diyor ki: "Asrımın halkına bildirmek isterim ki ilim ve amelde derecemi anlasınlar da şeriat kitaplarını muhafaza ve bana Allah'ın kısmet ettiği yani nasip eylediği ahlâkla ahlâklanmada iktida etsinler, yani uysunlar. Çünkü ehlullah yolu (Tariku'l Kavm) kitap ve sünnet üzere yazılmıştır. Altın ve cevherle yazılmış gibi. Binaenaleyh bu yola salik olan, her hareket ve sükûnunda şeriat mizanına muhtaç olduğunu bilsin." demiştir.
Bu kitabın mukaddeme ve bağlanmasını şeyhi Aliyyül Havvas Hazretleri ile onun şeyhi İbrâhim-i Metbuli Hazretleri ve yol kardeşi Efdalüddin Hazretleri'nin ahlâkı ile bağladığını söylemektedir. Çünkü bu zatlar tariklerini doğruca yakazada yani uyanık iken dudak dudağa Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizden aldıklarını, böylece Resûl-i Ekrem'den yol almanın ehlullahca malum olduğunu ve bu itibarla kendisi ile Resûlullah Efendimiz arasında şeyhi Aliyyül Havvas yolundan bir kişi ve İbrâhim-i Metbuli yönünden iki kişi bulunduğunu beyan etmektedir.
"Salik, bidayet halinde kümmelinin hallerini bilemezse de inkâr etmemelidir. Bunu teyit eyleyen vak'a şu ki: Ehlullahun şeyhi Ebu'l Kasım Cüneyd (r.a.): 'İşittim ki Allahu Teâlâ'yı zikredenler bir mertebeye gelirler ki, yüzüne kılıçta vurulsa hissetmez, derlerdi. Uzun müddet inanmadım, durakladım, ta ki o hale gelince bunun doğruluğuna inandım.' buyurmuştur.
Mürit daha ilk sulukta adım atar atmaz mülkün Allah'a ait olduğunu anlar. Çünkü mürit zikre devam eder ve gece gündüz çok yaparsa hicabı yani perdesi zaruri olarak incelir ve hicap incelince de fiilin Allah' a ait olmadığını görür ve kalbinden Allahu Teâlâ'nın nidasını dinler, meselâ Cenâb-ı Hakk buyurur ki: 'Bana cennet ve cehennem sebebi ile ibadet edenden daha zalim kim vardır? Ben cennet ve cehennemi yaratmasa idim ibadet olunmaya ehil olmayacak mıydım?' der de bunu işiten mürit, cennet ümiti veya cehennemden korkudan dolayı ibadet etmekten utanır, zira hiç bir kimse başkasının amelinden dolayı ücret istemez. Ancak kendi işi için ücret ister. Müritlerden de kimin hicabı incelirse o zaman görür ki kendi ef'alinin yani işlediği işlerin varlığında methali ve tesiri olmadığını ancak teklif nispetinde az hissesi bulunduğunu müşahede eder. Bu da şeriat-ı mutahhara yönündendir. Keşif ve yakın ile görür ki kendisini hareket ettiren elindeki âlet gibidir. Nasıl ki Allahu Teâlâ kulun zatını yarattığı gibi fiilin de halikıdır. Binaenaleyh mürit tarike daha ilk adım atışında bütün mülkün Allah için olduğunu müşahede eder. Zira her şeyin halikı o'dur. 'Binaenaleyh bütün mülkün Allah'a ait olduğunu bilen kimseye dünyada zahitlik makamı hâsıl olur. Bir teneke dolusu altını çalınsa bir kılı bile müteessir olmaz. Mülkte Allah'a ortaklık iddia eden asi olur.' demişlerdir. (Nisa: 116)
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء
ayet-i kerimesini umumi şirk ve hususi şirke teşmil etmişlerdir. Herkes kendi makamına göre tercüme eder. İşte bu sebeple fukarayı sadıkîn yanında (kalbin meyletmemesi bakımından) altın ile toprak müsavi olur. Çünkü Allah ile beraber kendilerini malik saymazlar. O dervişler seyyidlerinin yani efendilerinin malından yerler ve giyerler, dünya ve âhiret evlerinde yine seyyidlerinin mülkünde sakin olurlar. Ey kardeş, bu incelikleri bil ki müritlerin ve kâmillerin makamlarını anla!
Bu kitaptaki ahlâklara erişmek için ya cezb-i ilâhi yani Allah'ın çekmesi veyahut da sadık şeyh elinde sülûk lazımdır. Bu iki yoldan birisine girmeyen kimsenin bu ahlâklarla ahlâklanmasına imkân yoktur. Esasen bir kimseye sofi denmesi için o kimsenin ihlâs üzere ilmi ile amel etmesi şarttır. Nitekim selef uleması, böylece ilimleri ile ihlâs üzere amel ederlerdi. Tasavvuf şeriatın özüdür, şeriattan hariç değildir.
Şeyhim Aliyyül Havvas Hazretleri, 'Ehlullah hazeratı ittifak ederek karar vermişler ki müritlerin terbiyesi için bir kimsenin başa geçebilmesi şeriat ve adetlerinde tebahhur etmesi yani deniz gibi olması şarttır. Evliyanın ruhları Resûlullah (s.a.v.) ile yakazaten ve müşafeheten yani uyanıklıkta dudak dudağa içtima ederler ki bu; ruhları iledir, cisimleri ile değil. Binaenaleyh bu velilerin toplanmaları Sahabeyi Kiram'ın Resûl-i Ekrem'le toplanması gibi değildir.'
Seyyid Ebu'l-Abbas el-Mürsî rahimehullah demiş ki: 'Bir velinin kemâle gelmesi için, Resûlullah Efendimizle buluşması ve bütün müşkülatında müridin şeyhinden sorduğu gibi Peygamberimizden sorup öğrenmesi lazımdır.'
Seyyid İbrâhim Metbuli Hazretleri demiş ki: 'Dünyâda 5 kişiyiz ki bizim şeyhimiz yok. Ancak şeyhimiz Resûlullah (s.a.v.)'dir. Birisi ben, Şeyh Ebû Medyen, Şeyh Abdürrahim el-Kannavi, Şeyh Ebû Suud Aşair ve Şeyh Ebu'l Hasen-i Şazelî (Allah bunlardan razı olsun.)' demiştir."2
İmam-ı Şarani Hazretleri yukarıda geçtiği gibi burada da buyuruyor ki: "Benimle Resûlullah Efendimiz arasında şeyhim Aliyyül Havvas ve onun şeyhi İbrâhim Metbuli olmak üzere iki kişi vardır, başkaca vasıta yoktur. Binaenaleyh şeyhlerimin bütün ahlâkı doğruca Resûlullah Efendimizden vasıtasız alınmıştır."3
Şarani Hazretleri Şeyh Aliyyül Havvas Hazretlerinin bazı kerametlerinden ve hallerinden bahsederek diyor ki: "Şeyhim Aliyyül Havvas Hazretleri bütün insanlar ve hayvanların ilk babalarına kadar neseplerini bilir ve sayardı, ondan ileride baba olmayıncaya kadar. Ve yine kerametindendir: Camilerin abdest alınan şadırvanların muslukları başında dökülmüş suya bakınca oradan abdest almış kimselerin abdestle mağfiret olunduğunu ve abdest suyu ile yıkanıp düşen günahlarının hepsini anlar ve günahların nevini tayin ederdi. Bu günahların kebair (büyük günahlar), sağir (küçük günahlar), mekruhlar ve hilaf-il evlâ (yani evlâ olanın aksi ne hareketi olanlarını ve bu günahların kimlerden düştüğünü bilirdi. Nitekim bir kere de bana gösterdi. Gördüm ki livata, gıybet, halkla alay etmek ve adam öldürmek suçlarının yıkantılarından daha çok çirkin ve daha kötü kokulu olanını görmedim. Hatta bir gün şadırvan başına gelince: 'Allah hayrını göstermesin, burada biraz önce gusül yapan kimse burayı ne kadar kirletmiş, ne pis kokutmuş.' dediğini işiten ve şeyhe inanmayan bir kişi, biraz önce gusleden kişiyi koşup bulmuş ve yemin vererek 'Sen biraz önce ne günah işledin?' demiş, o da kölesine livata yaptığını söylemiş. Oradan dönüp Şeyh Hazretlerine gelerek burayı kokutmuş ve kirletmiş dediğiniz şahsın günahı nedir? diye sormuş, Şeyh Hazretleri: 'Söyleyemem, Allah'ın örttüğü gibi biz de ayıpları örtmekle emrolunmuşuz.' demiş. Fakat ayaklarına kapanarak ısrar edince 'livata günahları dökülmüş' diye bildirmiş ve o inanmayan kimse Şeyh Hazretleri'nin büyük zat olduğunu kabul ederek müridi olmuş. Nitekim İmam-ı Ebu Hanife Hazretleri'nin (r.a.) mâi müstamel hakkında yani gusül ve abdestte kullanılmış olan su hakkında: 'Necaseti galiza (ağır necaset), necaseti mutavassıta (orta pislik), tahirdir gayri mütâhirdir yani kendisi temizdir fakat başka bir şeyi temizleyemez diye üç kavlinin yani üç fikrinin bulunması sebebi de budur.' demişlerdir.
Yine kerametindendir: Bir yazı mürekkebi kutusunu görünce, bu boyadan bitinceye kadar hangi harfler yazılacağını ve yazılacak satırları söylerdi ve bilirdi.
Ve yine bir insanın burnunu görse o kimsenin geçmiş ve ölünceye kadar gelecek günahlarının hepsini bilirdi.
Ve yine Aliyyül Havvas Hazretleri bir gün köpeklerin yalaklarını ve pisliklerini temizlerken bunu gören bir kişi: 'Ya Şeyh Ali! Böyle şeyler sana lâyık değildir.' deyince Şeyh Hazretleri kulağına eğilerek, '50 sene evvel filan komşunun karısıyla fırın damında zina yapmak da sana hiç layık değildir.' deyince adam şaşkına dönmüş. Bunu gören Şarani Hazretleri bu adama sorunca: '50 sene evvel Dimyat Nahiyesi'nde fırın damında gece bu zina vuku bulmuştu. Kimse bilmez zannederdim; fakat Şeyh Hazretleri keşfen muttali oldu.' deyip tövbe ederek müridleri arasına katılmıştır.
Yine halkın ömürleri müddetini, memurların ne zaman tayin ve ne zaman azil edileceklerini, evlerinde yaptıkları günahları bilirdi. Ve Resûlullah (s.a.v.) ile görüşür, gelecek hadiselerden haber verirdi, hiç hata etmezdi. Ve Kur'ân'ın bütün hükümlerini Fatiha Sûresi'nden istinbat (içinden çıkartmak) kudreti de verilmişti... İlâ âhirihi.
Bütün mezheplerin ilimlerinde tebahhur (deniz gibi olarak) ederek gördüm ki, hiç birisi sünnet-i seniyye dışına hiçbir meselede çıkmamıştır. Ancak ihtilafları dini meseleleri şiddetlendirmek ve hafifletmek hususundadır. Buna dair 'Mizan-ı Kübra' diye eser telif ettim. Bu kitabımı Mevlâna Ebu'l Abbas Hızır (a.s.)'a gösterip arz ettim, icazet verdi. Ve buyurdu ki: 'Bu bir iştir ki bunu herkes ihata edemez, ancak şeriata kemâl gözü ile bakan ve bütün mezheplerin kaynağı olan pınara muttali olan yazabilir. Veliler içinde böyle ihatası olan azdır.'
Bütün tarikat şeyhlerinin insanları sülûk ettirmekten maksatları, müridi ihlâs ile amel makamına eriştirmektir. Esasen sofinin hakikati Allah'ın emri üzerine ilmi ile amel eden âlim demektir. Şeyhin faydası müridin yolunu kısaltmaktır. Kıymetli ömrünü boşa zayi ettirmemektir."4 Dedikten sonra Şarani Hazretleri mücahede ile geçen hayatını anlatıyor. Helâl taamdan başka yemediğini, uzun müddet terk edilmiş mescitlerde ve harap burçlarda yattığını üç günde bir iftar eylediğini, iftarda ekmekten başka bir şey bulamadığını böylece beşeriyetinin zayıfladığını fakat ruhaniyetinin çok kuvvetlendiğini ve bu sebeple herkes gece uykuya daldığında Kahire'de Gomri Camii'nin sahanına dikilmiş yüksek direğin başına ve az himmetle kubbenin üstüne uçup çıktığını ve orada oturup zikirle meşgul olduğunu ve aşağı merdivenden inmek isteyince zorlukla karşılaştığını çünkü ruhaniyeti galip gelip ruhunun kendisini yüksek âlemlere uçurmak ve yükseltmek istediğinden aşağı inmekte ruhunun mukavemeti ile karşılaştığını ve insanların ruhani âleme yükselmesine dünya şehvetlerinin çokluğunun mani olduğunu ve insanın zikir ve Kur'ân tilâveti esnasında başını sallamasının sebebinin de; ruhunun Rabbinin huzuruna yaklaşmağa iştiyakından ileri geldiğini beyan etmektedir.
Yine buyuruyor ki: "Yatsıdan sonra zikir meclisini açar şafak sökünce son verir, sabah namazını kılar, tekrar zikre başlar, kuşluk vaktine kadar devam edip sonra duha namazını kılıp öğleye kadar tekrar zikir yapar, ikindi girince ikindiyi kılıp akşama kadar tekrar zikir eder ve akşamdan sonra da yatsıya kadar zikir yapardım. Bu halim bir sene devam etti. Uyku ise otururken başımın kendiliğinden bir zaman düşmesinden ibaret kalırdı. Abdülkadir Geylani Hazretleri de (r.a.) bir sene yemedi, içmedi ve uyumadı. Bu mücahededen sonra ehl-i tarikle içtima etmem hakkında ilham geldi, sülûk ettim. İnsana elbette bir şeyh lazımdır. Ehl-i tarike şeref ve iftihar için Mûsâ (a.s.)'ın Hızır (a.s.)'a (Kehf: 66)
هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا
ayet-i kerimesinde haber verildiği üzere: 'Bana sana öğretilen ledünni ilimden öğret.' demesi yetişir.
İmam Ahmed ibn-i Hanbel (r.a.) zamanının meşayihinden Ebu Hamza Bağdadi'nin faziletini ve İmam Ahmed ibn-i Süreyc de Ebu'l Kasım Cüneyd Hazretleri'nin üstünlüklerini itiraf ederlerdi. İmam-ı Gazali Hazretleri Hüccet-ül İslâm olduğu halde kendini tarika delâlet edecek şeyh aradı ve yine şeyh İzzetin bin Abdüsselam Sultan-ül Ulema lakabını ihraz etmişken şeyh aradı. İmam-ı Gazali Hz. Şeyh Muhammed-ül Bazıgâni Hazretlerini bulup intisap ettikten, yani ehl-i tarikin nail olduğu zevki tattıktan sonra İmam-ı Gazali: 'Ömrümüzü boş yere zayi etmişiz.' demiştir. Şeyh İzzetin bin Abdüsselam Hazretleri de Hasan-ı Şazeli (r.a.)'a intisabından sonra: 'Ben, İslâmiyet'in kemâlini ancak Hasan-ı Şazeli Hazretlerine kavuştuktan sonra anladım.' demiştir. Böyle büyük imam olan âlimler geniş ilim ve kemâlleri ile şeyhe muhtaç olunca bizim gibi kimselerin şiddetle muhtaç oldukları aşikârdır.
Ehli tarikle içtimaımda bana: 'Amellerinin hepsini maksatlar yap ki o amelle de Allahu Teâlâ ile huzurda olasın. Sakın amellerini vesileler yapma çünkü o takdirde ölür gidersin de maksuda eremezsin.' dediler, tarikimi kısalttılar. Ehl-i tarikle içtimaımdan yalnız bu hasleti öğrenmiş olsaydım başka bir şey öğrenmeseydim dahi bu bir haslet yetişirdi.
Şeyh İzzettin, Ebu'l Hasen Şazeli Hazretleri'ne intisabından sonra demiş ki: 'Sofiye taifesinin şeriatın ana temelleri üzerine oturdukları ve başkalarının ise rüsum üzerine oturduklarının en büyük delili şudur ki; sofiye taifesinin ellerinden kerametler, keşifler, harikalar vaki olur. Fakat zahir hocalarının ne kadar ilmi yüksek olsa ellerinden hiç keşif ve keramet zahir olmamasıdır, ancak bunlar da bir şeyhe intisap ederlerse halleri değişir.'"5
İmam Şarani (r.a.) şeyhi Ali Havvas (r.a.) elindeki mücahedesini anlatırken buyuruyor ki: "Şeyhim ile ilk buluştuğumda bana bütün kitaplarımı satıp parasını tasadduk etmemi söyledi, yaptım. Fakat çok nefis kitaplarım vardı. Raz Şerhi, Matlap, Hadim ve Ezrai'nin Kutî kitabı gibi kitapların hepsini sattım ve sadaka olarak dağıttım ise de bu kitaplara kalbim takılı kaldı. Çünkü birçok haşiyeler ve takyidat yapmıştım. Bunları satınca sanki bütün ilmimden soyulmuşum sandım. Bu defa şeyhim: 'Allah'ı çok zikrederek kitaplara olan alâkanı kes buyurdu.' Bir müddet sonra kitaplara iltifattan halâs oldum. Bilhamdilillâh, sonra halktan uzletle emretti ki vaktim safi olsun için halktan kaçtım, nefsimi onlardan hayırlı görmeye başladım. Bu defa 'Nefsini nastan hayırlı görmekten kesilmeğe çalış.' dedi. Hakikaten bir müddet mücahede ettim o hale geldim ki halkın en rezilini benden hayırlı görmeye başladım. Sonra bana halkla ihtilât etmemi (halka karışmamı) ve ezalarına sabır ve tahammül göstermemi söyledi böyle amel ettim. Fakat kendimi halktan efdal görür oldum. 'Bunu kesmeğe çalış.' dedi, çalıştım bu da husule geldi. Sonra bana sır ve aleniyede Allahu Teâlâ'yı zikirle meşgul olmamı emretti ve Allah'tan başka hatırıma ne gelirse onları def etmemi tavsiye etti. Aylarca bu halde devam ettim. Sonra bana bütün şehvetleri mutlaka terk etmemi emretti ben de terk ettim. Öyle hale geldim ki az bir himmetle havaya yükselir oldum ve ulûm-u nakliye ile ulûm-u vehbiye rekabete başladılar. Sonra bana Allahu Teâlâ'ya teveccüh ile emretti ki şeriatın delillerine beni muttali kılmasını istedi, hakikaten muttali oldum. O zaman kalp levham ulûm-u nakliyeden silinmiş oldu. Çünkü ulûm-u nakliye, şeriatın delilleri içinde mündemiçti. Bunun üzerine ulum-u vehbiyyeye nail oldum bu da şöyle oldu:
Bunun başlaması sırasında Nil sahilinde, Berberilerin evleri yanında kale çarşıları civarında idim ve orada durmuştum. O sırada kalbime ledünni ilimlerin kapıları açıldı, her kapı yerle gök arasından genişti. O zaman Kur'ân ve hadislerin manaları üzerine konuşur oldum. Kur'ân ve hadisten ahkâm, nahiv kaideleri, usul ve diğer ilimleri istinbata başladım. Öyle ki müelliflerin kitaplarını okumak ve onlara bakmaktan müstağni kaldım. Bu fetihten 100 sahife not yazdım bunların bazısını şeyhime gösterdim, 'Bunları suda yıka çünkü bunlara fikir ve kizip karışmıştır. Vehbi ilimler ise bunlardan münezzehtir.' dedi ve kalbimi fikir şaibelerinden tasfiyeye çalışmamı emretti. 'Henüz seninle vehbi ilimler arasında bin makam var.' dedi. Bundan sonra her keşfi şeyhime arz ederdim. 'Bundan vazgeç veyahut daha üstünü iste.' derdi. Ta ki olan oluncaya kadar.
İlm-i hâlisin alâmeti: O ilim ile iştigal esnasında abdin kalbi Rabbi üzerine toplanmaktır. Kalbi ilimle uğraştığı sırada türlü vaidlerde ise ihlâs yoktur demektir. Onun için ehlullah hakiki şeriat ilimlerinden sarf-ı nazar edip; hesap, hendese mantık gibi ilimlerde bile kalbi ile Allah huzurunda olurlar. Bu sebeple İmam-ı Gazali Hazretleri tarik-i kavme girince: 'Fakihlerin bütün ilimlerini perde bulduk ne olaydı ömrümüzü o ilimlerde zayi etmese imişiz.' buyurmuştur.
Allahu Teâlâ seni müstakbeldeki vuku bulacak bir hadiseye muttali kılarsa sakın kimseye bu sırrı haber verme çünkü Allahu Teâlâ (Rahman: 29)
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
âyetinde belirttiği gibi her an, tağrir, tebdil ve tahvil edebilir. Sonunda hacil olabilirsin.
1 "Kitab'ül-Keşfi ve Tebyin fi Gurur'il-Halkı Ecmain", "Fasıl Fi beyani esnafil mağrurîn ve aksamı külli sınıf" faslında