Buradasınız: Ana Sayfa / Sohbetler / Allah'ı Niçin Anıyoruz / Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 9

Müslüman Büyüklerinin Zikre Dair Görüşlerinden Numuneler - 9

 

Şeyhi Ekber Hazretleri buyurmuş ki: "Zakir olan ehlullah, kasırların anlayamadığı bir ilimden bahsedince yani tasavvuf ilmini bilmeyen kimseler yanında ehlullahtan olan ârif ve âlim bir kimse tasavvuf ilminden bahsedince o noksan kişiler ehlullaha karşı çıkarlar, inkâr ederler, muallimsiz ilim öğrenilmeyeceğini zannederler. Hâlbuki bizim ashabımıza hâsıl olan ilim ancak Ruhanî ve Rabbanî ilim ile hâsıl olmuştur. Çünkü bunlar Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda itikattadırlar. Kalplerine Allahu Teâlâ'nın ne açacağını gözetirler.

 

Nitekim (Rahman: 3-4)

 

خَلَقَ الْإِنسَانَ (٣) عَلَّمَهُ الْبَيَانَ(٤)

 

Ve yine (Alak: 5)

 

عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ

 

ayet-i kerimeleri ve yine Hızır (a.s.) hakkındaki ayet-i kerimelere delildir. Gerçekten münkirler haklıdırlar. İlim muallimsiz öğrenilmez. Ancak hatalar şu cihettendir ki Allah, Nebi veya Resûl olmayana öğretmez demeleri yanlıştır.

 

Çünkü (Bakara: 247)

 

يُؤْتِي مُلْكَهُ مَن يَشَاء

 

"Allah dilediğine hikmeti verir." ayet-i kerimesinde hikmetten murad ilimdir. Bu ayetteki (Men) kelimesi nekredir; peygamberlere mahsus değildir. Cenâb-ı Hakk dilediğine ilim vereceğini beyan buyuruyor. Bu cahiller bilemiyorlar, Allahu Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki Allah bunlara sırlarını ilham melâikesi vasıtası ile öğretir ve böylece başka zahir ulemasının bilemedikleri Kur'ân ve hadis-i şeriflerin esrarını anlarlar. Hakiki âlim, Allahu Teâlâ'dır. Ve böylece ehlullah hazeratı hakikatlere işaretler koyarak nefislerini bu cahillerin taarruzlarından korumuşlardır. O münkirler işaretleri göremez ve anlayamazlar. Nitekim Ali ibn-i Talip (r.a.) Efendimiz: "Size Fatiha'nın tefsiri hakkında konuşsam 70 Deve yükü kitap yazardım." buyurmasındaki bu ilmi nereden almıştır? Şüphesiz ki ilm-i ledünnidir. Allahu Teâlâ bu ilmi Kur'ân'da koymuştur. Fikirle, akılla bu ilme erişilemez. Ancak bu makama erenlere ledünni olarak verilir.

 

Ve yine Ebu Yezid-ül Bestami (r.a.) de münkirlere hitaben buyurmuş ki: "Siz zahir ilminizi ölüden ölüye intikalle alıyorsunuz. Yani bir hoca ölmüş hocasından o diğer ölmüş hocasından böylece alarak ilimleri ölüden intikalle alırsınız. Biz ise ilm-i ledünnimizi asla ölmeyecek olan diriden yani Cenâb-ı Hakk'tan aldık.

 

Ve Şeyh Ebu Medyen Hazretleri de, birisinin, filan zattan filan kişi şunu rivayet etti diye söylediğini görürse: "Bize kurumuş kemik yedirmeniz, taze et yediriniz." derdi. Ve bu mecazî sözü ile talebelerini geçmiş ulemanın sözlerini nakletmekle onların güneşte kurumuş etli kemik mesabesinde olan ilmini nakletmeyin, taze et mesabesinde olan yeni fetihler ve keşiflerle alacağız Rabbanî ilimleri anlatın, derdi, talebelerinin himmetlerini yükseltirdi. Kelâmullah ve kelâm-ı Resûlullah'ı anlamak için yeni fetihlere ve keşiflere teşvik ederdi: "Bana başkalarının fethini değil sizin fethinizi anlatın." derlerdi. Binaenaleyh ehlullah hazeratının tasnif ettikleri kitaplarda işaret koymaları kendileri için değildir. Zira ehl-i tasavvuf hakikatleri bilir; bu işaretler ve remizler bunlara itiraz ve müdahale edecek münkirleri için konmuştur. Buna da sebep, o münkir kısa aklı ile okuduğunun hakikatlerini anlayamaz, inkâra kalkışır. İnkâr ettiği ilme nail olmaktan mahrum kalır. Çünkü tecrübe edilmiş bir gerçektir ki bir kişi bir şeyi inkâr ederse, âriflere taarruz ederse ceza olarak o ilmi ve hakikati öğrenmekten mahrum olur. Bu akıbete maruz kalmamaları için o aklı kısa münkirlere şefkat ve merhametleri galip olan Ehlullah yazdıkları hakikatleri işaret ve remizlerle ifade etmişlerdir. Bütün bunlara da sebep insanlardaki hasettir. İnsanlar hasedi terk etseler, kalpleri nurlanır ve ehlullahın ilimlerini anlarlardı.

 

Allah sana Rahmet etsin, şunu bil ki, sofi: hakikat ilmi ile amel eden bir fakihten başka bir şey değildir. Allahu Teâlâ onu ilmi ile şeriatın inceliklerine ve esrarına muttali kalmıştır. Ve yine sofilerin yani ehl-i zikrin diğerlerinden ayrılmasındaki hususiyetlerden birisi de, kitap ve sünnetle amele müncer olan yolu bilmiş olmalarıdır. Şayet sofilerin birine, yani ehlullahtan birisine dersen ki, "Benim maksudum, dünyada zahitlik yapmak istiyorum, o derecede ki dünyaya, meylim kalmasın?" Bu sualine karşı derler ki: Gece ve gündüz Allahu Teâlâ'nın zikrini çok yap ki göresin ve orada dünyada hakiki zahit olanlara ne büyük dereceler ve nimetler verildiğini idrak edeceksin diyeceklerdir. Nitekim bu hal İbrâhim bin Ethem Hazretlerine de vaki oldu. İşte zikirle hicabı incelip âhiret hayatını basireti ile dünyada iken görenlere bütün insanlar dünyaya rağbet etmesini tavsiye etseler de sözlerine hiç kulak vermez.

 

Şeyh İzzeddin bin Abdüsselâm Hazretleri, asrında Mısır'ın Sultan-ı Uleması idi. Demiş ki: "İnsanlar, şeriatın rüsumu üzerine oturmuşlardır. Hâlbuki sofiler ise şeriatın sarsılmaz temelleri üzerine oturmuşlardır." Bu söylenenleri teyit eden bir olay da şu ki: "Ehl-i zikir olan sofilerin ellerinden kerametler ve harikalar çok vaki olduğu halde bunlardan olmayan zahir âlimi Şeyhülislâmlık mertebesine yükselmiş âlim de olsa elinde ufak bir keramet zahir olmaz." Ve Ebu'l Hasen Şazeli Hazretlerine intisabından sonra da demiş ki: "Bu tariki sofiye bütün mürselinin ahlâkını cem etmiş bir yoldur. İmam-ı Gazali rahimullah Hazretleri de önce sofilere itiraz ederken, bilahare Sofilerle içtima edip onun zevkini tattıktan sonra: "Tarike intisabından evvel geçen ömrümüzü bataletle geçirmişiz." demiştir; Yani sözle âlimlik taslayarak mücadelede geçirmişiz, sözle vakit geçirip ameli ihmal etmişiz, demiştir. Yoksa hakikatte fıkıhla meşguliyet batalet değildir. Çünkü ehlullahın sıfatı, bütün harekât ve sekenatlarının Kur'ân ve sünnet üzere yazılı olmasıdır... Nitekim seyyidü't taife Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri: "Bu tasavvuf ilmimiz Kur'ân ve Sünnet ile şirazelenmiştir." buyurmuştur. Ve yine buyurmuş ki: "İnsanlara bütün yollar kapalıdır. Ancak Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin izinden gidenlere açıktır. Şayet bir kişiyi havada oturur görseniz bile iltifat etmeyin. Ancak Kur'ân ve Hadislere bağlı ise o zaman iltifat ediniz." demiştir. Ashab-ı Kiram'dan sonra tabiin zamanında ahlâk-ı zemime mevcut değildi, onun için mezhep imamları tasavvufa dair kitap yazmak ihtiyacını duymadılar. Bilâhare ahlâk-ı zemime çoğalınca bunları tedavi ve irşat için sofilik doğdu. Şeyh İzzeddin bin Abdüsselâm Hazretleri: "Sofilerin doğru yolda olduklarını tasdik eden delilleri ve amellerinde ihlâs üzre bulunduklarının burhanı da ellerinden kerametler ve harikaların zuhurudur. Meselâ Ömer İbnu'l Hattab (r.a.)'ın gönderdiği mektubun Mısır'da Nil'e atılması ile Nil'in taşması intizama girdi; yine Medine'yi Münevvere'de minberde hutbe okurken Nihavent'de İran Ordusu ile harbe tutuşan İslâm Ordusu'nun kuşatılacağını gören Hz. Ömer

 

يا سارِيَةُالْجَبَلَ

 

diye ordusunun komutanı Hazret-i Sariye'yi hem gördü ve hem de sesini duyarak dağ tarafındaki arkalarını kuşatılmaktan kurtararak galebesini temin etti, ve emrini verdi." İmam Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri'nden sordular: "Niçin sahabelerden çok kerametler zuhur etmedi de sonraki asırlarda gelen velilerden çok zahir oldu?"

 

Cevaben dedi ki: "Sahabelerin imanı kuvvet cihetinden son derecede idi. Bu sebeple kimsenin keramete ihtiyacı yoktu. Fakat sonraki asırlarda imanlar zayıfladı. O zaman gelen veliler, zayıf imamları takviye için fazla keramet göstermeleri icap ettiğinden sonraları kerametler çoğaldı."

Ehlullah yanında hissi kerametten manevî keramet çok üstündür. Bu şerefli olan ve kıymetli olan manevî keramette: Allahu Teâlâ'nın kulunu şeriatın edepleri üzerinde muhafaza etmesidir? Bununla Mekarim-i Ahlâkı işlemeye ve kötü ahlâktan kaçınmaya ve farzları ve sünnetleri vakitlerinde edaya ve hayrata koşmaya ve içindeki gîl, hased, v.s. izaleye ve kalbini bütün mezmum sıfatlardan temizlemeye ve her nefesini murakabe ederek kalbini süslemeye ve eşyada ve nefsinde Allah'ın haklarına riayete ve solukların giriş ve çıkışlarını kontrol edip o nefeslerini edeple karşılamaya muvaffak olur ve her nefesinde Allahu Teâlâ ile hazır olmak hüllesini giydirir. Çünkü her nefesi Allah'ın kendisine gelen elçilerdir. Ve böyle her nefesi, murakabe ve zikirle huzurla girer ve çıkarsa o nefes, sahibinin kendisine yaptığı muameleye şükrederek döner. İşte muhakkikler yanında en kıymetli keramet bu halde olmaktır. Zira bu keramete mekir ve istitrac karışmaz. Fakat avamın bildiği hissi keramete mekir ve istitrac karışır. Onun için Kâmiller hissi kerametin kendilerinden zuhur etmesinden korkarlar. Ve yine Allahu Teâlâ'nın en büyük kerametlerinden birisi de ilimdir. Eğer onunla amel ediyorsa. Hissi kerametlerde gizli bir aldanmadan (Mekir), veliyi muhafaza edecek şey, her nefesinde elinden şeriat terazisini atmamasıdır. Ve her nefesinde halini şeriat mizanı ile tartmalıdır.

 

Çünkü hissi kerametlerde gizli bir mekir vardır ki, onu herkes bilemez. Ancak arifler bilir. Nitekim Allahu Teâlâ (Araf: 182)

 

سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ

buyurmuştur.

5 Türlü iman vardır:

1- İman-ı Taklidi: Avamın imanıdır.

2- İman-ı İlmi: Delil sahiplerinin imanıdır. İman ettiklerinin delillerini, dayanaklarını bilirler.

3- İman-ı Ayan: Müşahede ehlinin imanıdır.

4- İman-ı Hakki: Âriflerin imanıdır.

5- İman-ı Hakikati: Vâkıfların imanıdır. Bunların üstünde hakikat-ül hakika imanı vardır ki, mürseller yani peygamberlerin imanıdır. Allahu Teâlâ bu imanın keşfinden ve beyanından bizi men etti. Açıklamasına yol vermedi.

 

Havz-ı Kevser ve Sırat, naslar (Kur'ân ve Hadis) ile sabittir. Fakat ehlullah demişler ki: "Kevser ve Sırat dünyada amel ve ulûm şeklinde teşekkül ederler, esasen şeriat; ilim ve amelden ibarettir. Havz, şeriatın ilimleri, sırat da amelleridir. Binaenaleyh dünyada ne kadar şeriat ilimlerinden içmişse yani istifade etmişse yarın kıyamette Havz-ı Kevser'den de o nispette içecektir. Ve yine dünyada iken ef'al, ekval ve akidde şeriate ne kadar tabi olmuşsa sırattaki yürüyüş de buna göre olacaktır. Dünyada şeriattan sapmışsa âhirette de sırattan kayacaktır. Havzdan içemeyecektir. Hakikatte sırattan geçiş; âhirette değil dünyada iken farkında olmayarak cereyan etmektedir. Çünkü şer'an naspedilen sırat dünyada mana itibari ile mevcuttur. Ahirette hissî olarak kurulur. Cennette sıratsız yol yoktur. Demek şeriatsız yol yok demektir.

 

Ayet-i kerime'de (Meryem: 71)

 

وَإِن مِّنكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا

 

buyrulmuştur.

Ahirette mizana en son konacak olan, kulun dünyada iken söylediği «Elhamdülillah» sözüdür. Çünkü Hadis-i şerifte: "«Elhamdülillah» teraziyi doldurur." buyrulmuştur. O halde niçin «Elhamdülillah» dolduruyor da «Lâ ilâhe İllallah» doldurmuyor? Çünkü her hayır amelinin bir zıddı ve karşılığı vardır ki o amel zıttının karşısına teraziye konur. «Lâ ilâhe İllallah» sözüne karşılık olarak ancak şirk vardır. Tevhid ile şirk hiç bir zaman bir mizanda cem olamaz. Zira bir kul inanarak «Lâ ilahe illallah» derse şirk etmemiştir. Şayet ederse «Lâ ilâhe İllallah» sözüne inanmamıştır. Mademki tevhit ile şirk bir terazide cem olmuyorlar o halde «Lâ ilâhe İllallah» sözü mizana girmez. Çünkü karşısına buna muadil olacak karşılık yoktur. Diğer kefeye konacak bulunmaz. Bir kul 99 defteri günahla doldurmuş olsa bunların karşısına «Lâ ilâhe İllallah» gelince «Lâ ilâhe İllallah» ağır basar, 99 günah defterleri yok olur. Binaenaleyh Allahu Teâlâ'nın ismine karşı hiç bir şey ağır gelmez.

 

Muhittin-i Arabî Hazretleri demiş ki: "Cehennem ve ehline beni muttali kılmasını Cenâb-ı Hakk'tan istedim. Allah'ta kabul edip muttali kıldı. Cehennemi ve mekânını bildim. Peygamberimiz (s.a.v.)'den sormuşlar da, 'Allah bilir' diye cevap verip yerini tayin etmemiş olduğundan ben de edep iktizası ile yerini tayin etmiyorum Peygamberimizi edeben tecavüz edemiyorum. Orada başlıca sapık liderlerin sapıttıkları insanların, bu başlarına geçen sapıklarla ve yine putları ve yine sapık mezhep erbabı ile Hakk Mezhep ehlinin mücadelelerini gördüm ve cehennemi dolaştıktan sonra anladım ki cehennemin esas ateşi kendinden değil oraya gidenler getiriyorlar. Çünkü fena ameller ateşe dönüyor ve iyi ameller de nimetlere dönüyor.

 

Mahşerde Cenâb-ı Hakk'ın emri ile münadi (Tellal) bağıracak: 'Ey mevkıf (durak) ehli bu gün kereme lâyık olan kimdir biliyor musunuz?' der. Sonra bağıracak: 'Nerede şu kimseler ki gece yataklarını terk edip teheccüt kılarlar. Bunlardan az bir cemaat ayrılır sonra tekrar münadi bağırır: 'Nerede şu kimseler ki onları ticaret ve satış zikrullahtan alıkoymazdı.' Üçüncü defada: 'Nerede Allah'a söz verip de ahitlerinde sadık çıkanlar, der. Bu üç sınıf ayrıldıktan sonra cehennemden bir boyun uzanır. Mahşer halkı içinden seçip cehenneme insanları kapar." Şu izahattan ehl-i zikrin de seçkin insanlar olacağı anlaşılmaktadır.

 

El Yevakit Vel Cevahir kitabının kenarında (Kitab-ül kibrüt-ül ahmer fi beyani ülümü şeyhül ekber) diye yine İmam-ı Şarani Hazretleri'nin ilimlerinden aldığı ve yazdığı kitaptan konumuzla ilgili bahislerinden iktibas ve tercüme ediyoruz:

 

Şeyh-ül Ekber Hazretleri buyurmuş ki: "Muhakkik olan kimseler Allahu Teâlâ'yı ancak Kur'ân'da varit olan zikirle zikretmelidir ki bu şekilde yapılan zikir lâyık olandır. Ta ki yaptığı zikirle hem zikre ve hem de Kur'ân tilâvetine niyet eder ve böylece hem zikir ve hem de Kur'ân tilâveti sevabını birlikte elde eder ve bir lâfızda hem zikr ve hem de tilâvet yani Kur’ân okuma ecrini birlikte elde eder. Şayet tilâvet kastı olmaksızın zikir yaparsa o zaman yalnız zikir ecrini alır tilâvet ecrinden mahrum kalır. Bunu bilen ehlullah zikre başlarken her esmanın Kur'ân'daki yerinden bir ayet okur. Ondan sonra başlar. Meselâ cehri tariklerde esma olan kelimeyi tevhidi okumadan önce Kur'ân'dan (Muhammed:19)

 

فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ

 

ayetini okur. Ondan sonra «Lâ ilâhe İllallah» diye zikre devam ederken aynı Kur'ân âyetini tekrar tekrar okumuş olur ki sevabı iki kattır. Diğer esmalara da Kur'ân'daki ayetlerinden okuyarak başlar.

 

Gizli veya aşikârda her nefeste Allahu Teâlâ'yı murakabe etmek ve insan kudretinin dışındadır. Fakat Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz her nefeste murakabe ederdi ve bu rütbeye haiz idi. Çünkü şeriatın kurucusu olduğundan bütün hallerinde yani farz, vacip, sünnet, yurmuştur.

 

Kâmil velinin, Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin varisi olması sebebi ile kalbinin uyumaması lâzımdır. Çünkü kâmil veli nasıl ki zahir zatını gafletten muhafaza ediyorsa batın zatını da gafletten muhafaza etmelidir. Hatta vera sahibi olan muttakiler hayalinde dahi günahtan sakınmalıdır. Bu sebepledir ki şıhlar müritlerinin ihtilâm olmasından (Düşü azmasından) dolayı müritlerini azarlar. Çünkü hayalini şehvetlerden muhafaza etmemiş ki hayal rüyada hâkim olup ihtilâm olmasına sebep olmuştur.

 

Ehlullah yolunda olduğu iddia eden her mü'mine vaciptir ki Allah'tan başkasına kalbi bağlayacak olan her şeyden sakınmalıdır. Çünkü masivaya kalbin bağlanması o kimse hakkında fitnedir. Ve yine töhmet mevzilerinden ve bidatçilerle sohbetten ve kadınlarla oturup kalkmaktan sakınmalıdır

Şunu bil ki Allahu Teâlâ'nın kulundan rızası, o kulun şeriat üzerine az veya çok yürüyüşüne göredir. Bir kimse ki hiç bir şeyde şeriat üzere ameli ihlâl etmezse o kimse kâmil rıza sahibidir. Fakat şeriatten bir şeyden noksanlık yaparsa ihlâl ettiği nispette de Allah'ın rızası eksilir. İşte bu gayet açık bir ölçü ve mizandır. Şeriat terazisini sakın elinden bırakma. Şeriate aykırı olan keşfine de itimat etme.

 

Harikulade yani adetlere aykırı kerametler ancak nefsinin şehvetlerini terk etmekle olur. Yani nefsinin şehvetlerini harikulade bir şekilde; herkesin normal muhalefetinden fazla olarak gayret gösterenlerde harikulade kerametler zuhur eder. Şayet nefsinin şehvetlerini terk etmekte böyle harikulade haller zuhur ederse bu hal o kimse için istidrac ve bir aldanmadır."1

 

Şeyh-i Ekber Hazretleri: "Her kim Allah'ın kendisini sevdiğini veya buğuz ettiğini anlamak isterse kendi haline baksın. Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin ve Ashâbı'nın ve sonra gelen hidayet eden imamların yollarına tabi oluyor mu? Şayet nefsini onların izinde ve ahlâkında bulursa yani onlar gibi züht, vera, takvanın ileri derecesi ve devamlı gece namazına kalkış ve bütün şeriatın emrettiklerini işlemek ve bütün yasaklananları terk etmek ve o kadar ki belâ ve mihnetlerden ve geçim darlığından ferahlanır ve dünyanın kendine yüz çevirmesinden ve dünya mensuplarının değişmesinde ve mendup, mubah da dahi Allahu Teâlâ'yı zikrederdi. Nitekim Hazret-i Ayşe (r.a.) validemiz: 'Resûlullah her zamanlarında devamlı zikir yapardı.' Bu dünya şehvetlerinden mahrum kalmasından ferahlanıyorsa bilsin ki Allah o kulunu seviyor. Şayet böyle hareket edemiyorsa Allah ona buğuz ediyor. Herkes kendi nefsinin, en iyi gözeticisidir.

 

Hiç bir kimse bütün azaları ile bütün bütün gafletle zikir yapmaz çünkü azalarından mütercim olan lisanı zikir yapıyor. Ancak gaflette olan bu şahıs dilinin zikrettiğine şuuru yoktur. Zakir olduğunun farkında değildir. Binaenaleyh kalbi gafil de olsa dili ile zikredenin dille zikir ecri vardır. Zikri tamamı ile terk etmeden ise, dil ile zikir yapmak efdaldir. Hicabı kalkan kimse varis olmak hasebi ile arkasındakini de görür."2 Şeyh-i Ekber Hazretleri ben bu makamı tattım diyor.

 

Kulun söylediği her sözden Allah bir melaike yaratır, eğer konuştuğu hayır ise, hayır meleği, eğer şer ise azap meleği yaratır. Ve eğer tevbe edecek olursa tevbe kelimesini söylerse, Allahu Teâlâ o konuştuklarından Rahmet meleği yaratır. Eğer kul, (Ya Rabbi Senin razı olmadığın her şeyden sana tevbe ettim) derse Allah bu sözden o kimsede olan şer kelimeleri sayısınca melek yaratır, tevbe ile bütün şer melekleri Rahmet Meleklerine döner. Nitekim Kur'ân'da (Furkan:70)

 

فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ

 

ayet-i kerimesinde bunu teyit eder.

 

Allah'ı, Allah ile zikrettiğini iddia edenin alâmeti dilinde hissen yanmak bulunmasıdır ve lisanı yanacaktır, konuşmasında bir eseri olmaz. Herhangi bir şeyhde bu dil yanması bulunmazsa o kimse Allah'ı Allah ile zikretmiş değildir. Onun böyle zannetmesi vehimdir. Şeyh-i Ekber Hazretleri ilâveten diyor ki: "Ben bunu tattım. Allah'ı Allah ile 6 saat kadar zikrettim, sonra kendi lisanım bana reddolundu. O zaman Allah ile huzurla zikrettim, Allah'ı Allah ile zikredemedim." demiştir.

 

Zakir olan velilerin ne feyizlere mazhar olduğuna bir misal olmak bakımından bu kısmı alıyorum.

"Bütün mü'minleri ve kıyamete kadar gelecekler de dâhil olmak üzere hepsini bir düzlükte gördüm. Ve kendi Peygamberimiz (s.a.v.) den başka diğer peygamberlerle de dost oldum. Meselâ İbrâhim (a.s.)'dan Kur'ân okudum ve tarikata ilk girişimde İsa (a.s.)'ın elinde tövbe eyledim ve Musa (a.s.)'da bana keşif ve işlerin fasihleştirilmesini ve gece gündüzün değiştirilmesi ilimlerini verdi ve bu ilmi elde ettiğimden beri gecem kalmadı. Bütün gün gündüzüm devam etti. Güneşim hiç kaybolmadı. Bu keşif bana şunu bildirdi ki: 'Ahirette şekavetten hiç nasibim kalmadığını anlattı. Ve Hud (a.s.)'la da bir peygamberler toplantısında konuşup sohbet ettik."3 buyurmuştur.

1 Fatühat-ı Mekkiye, 47. Bab

2 Fütuhat-ı Mekkiye, 210. Bab

3 Fütuhat-ı Mekkiye, 463. Bab

Gezi